Kültürel Üretim

Kültür endüstrisi -film stüdyoları, reklam şirketleri, sosyal medya holdingleri, galeriler vs.- her gün sanat ve aktivizmin emeğinin meyvelerini topluyor, mideye indiriyor ve dünya üzerindeki giderek büyüyen ve doymak bilmeyen tüketici yığınları için yeni bir madde olarak geri kusuyor. Bu manzarayı küresel ısınmanın doğal bir kültürel sonucu olarak düşünebilirsiniz: Kapitalist kültür ekonomisinin artıkları zaman içinde tıpkı karbondioksit gibi birikti. Ama bu devasa ekonominin parçacıkları stratosfere doğru yayılacağına işlerimize, davranışlarımıza, beklentilerimize ve duygularımıza sızmış bulunuyor.

İçinde yaşadığımız bilgi çağı -ve onun ekonomisi- eski kapitalist düzeni neredeyse tamamen geride bıraktı. Küresel ekonomi tüketilen şeylere olduğu kadar tüketicilere de odaklanırken, bir tüketim toplumunun dikkatini çekme -ve arzularına hizmet etme- itkisi de daha önce hiç olmadığı kadar belirleyici olmaya başladı.

Öte yandan, ekonomik sistemimizin kapsamı ve karmaşıklığı artarken çağdaş kültürün kendine dair kavrayışının geçmişe saplanıp kaldığını görüyoruz: Dünyadaki yerimize ilişkin algımız, içinde bulunduğumuz tarihsel andan çok, büyük ölçüde hâlâ 20. yüzyılın başlarından ilham alıyor. Kültür endüstrisini en fazla bir balığın içinde yüzdüğü suyu gördüğümüz kadar görebiliyoruz.

“Kültür endüstrisi” kavramı, Theodor Adorno ve Max Horkheimer’ın 1944 yılında kaleme aldıkları çok etkili olmuş popüler kültür ve tüketim kültürü eleştirisinden çıkmıştır [ilgili yazı için bkz. Kültür Endüstrisi]. Onlara göre kapitalizm kültürü yok etmek istiyor değildi; aksine, ona tapıyordu ve fırsatını bulduğunda onu kucaklamaya ve şekillendirmeye hazırdı. Bu yolla, homojen, kişiliksiz ve tüketici dostu bir dünya -ve bir özne- inşa edecekti. Kapitalizmin kültürel bağlılığında çarpıcı olan, her şeyi bayağılaştırma eğilimi değil, binlerce yeni kimlik üretme potansiyeliydi. Adorno işe Horkheimer’ın farkına vardıkları şey, kültürel kapitalizmin bu yeni biçiminin burjuva bireycilik ve beğeni idealleriyle iç içe geçmeye başlamış olmasıdır. Modern kültür endüstrilerinin sermayenin sakinlerine uygun ve sermayenin mantığıyla işbirliğine girebilen bir estetik çerçeve üretme yolunda ilerlemekte olduğunu çok berrak bir şekilde görmüşlerdi.

Adorno ve Horkheimer’ın 1940’larda ancak zayıf bir şekilde tespit edebildiği değişimler, pek çok açıdan 1960’ların tanımlayıcı meseleleri haline geldi. II. Dünya Savaşı’nın ertesinde gelen kuşak tıka basa kültürle beslenerek büyümüştü. Altmışlar kuşağı -çoğunlukla radikal bir şekilde- kültür endüstrisinin genişlemesine ve yoğunlaşmasına karşılık verdi. Müzik, moda, bohem yaşam tarzları, kitaplar ve kültürel nesneler bir topluluğa sahici bir şekilde katılmanın -ve uyum sağlamaya isyanın- simgeleri haline geldi, fakat bu simgelerin kimi zaman boş gösterene dönüştüğü oldu. Yeni kuşak kadar medya tarafından da sürdürülen bu yeni hareketler dalgası, nihayetinde tam da isyan ettiği kültür endüstrisine olan borçluluğunun ceremesini çekecekti.

Parlak anlar da yaşandı tabii ki. 1960’ların sonlarına doğru Paris’te Sitüasyonistler ve hırçın liderleri Guy Debord tarafından kültür endüstrisine karşı verimli bir eleştiri geliştirildi. Debord’un sermaye ile kültürün -özellikle kitle kültürünün- savaş sonrası dönemde hâkim olan birleşimi için kullandığı terim “gösteri” idi. “Gösteri,” diye yazıyordu, “bir imgeler toplamı değil, insanlar arasında imgeler dolayımıyla kurulan bir toplumsal ilişkidir.”

Fakat Sitüasyonistler bile, nihayetinde 1960’ların sonlarının devrimci ruhunu denetimine alacak olan kültür ekonomisinden kaçamamıştı. 1968’de her renkten devrimci üniversite kampüslerine girmiş ve daha sonra sokaklara çıkmıştı ve bunun sonucunda aktivizm ile kültürün güzel bir karışımı ortaya çıkmıştı. Fakat bu sürmedi. Yeni kimlikler etrafında örgütlenen alternatif plaklar, radyo, edebiyat ve modanın ekonomisiyle yetişen ilk kuşak, aynı zamanda ilk tüketici kuşağıydı. Bu kuşağın, dönem üzerine geliştirilmiş eleştirel yorum ve düşüncelerin büyük kısmının meşgul olduğu bütün siyasi dertleri, neticede tüm bu yeni, kimliğe dayalı enerjiyi kanalize etmek ve emmek üzere tasarlanmış kültürel ürünlerin eşzamanlı varlığıyla baş edemedi.

Altkültürlerin dili, aktivizmin dili ve toplumun kendi dili gittikçe artarak radikal bir şekilde üzerlerine gölgesi düşen kültür endüstrileriyle kaynaştı. 20. yüzyılın ikinci yarısında bir müzikal ve siyasal altkültür endüstrisi bir potansiyel kimlikler sağanağını da beraberinde getirdi. Hepsinin kendine ait kuralları, modaları ve özellikleri vardı ve hepsi sonunda anaakım kültür içinde alınıp satılacak özgül mikroekonomiler geliştirdi. Altmış yıllık kitlesel ölçekli kültürel üretimin ardından nihayet belli bir mantık görünür hale geliyor. Bugün, ortalıkta birkaç ay boyunca dolanan herhangi bir kültür hemen kültürel bir ürüne dönüşüyor; istediği kadar sahici görünsün, kültür endüstrisinin erişiminin dışında kalabilen hiçbir şey yok. Bugün her tür kültür metalaştırılabilir durumda. Her tür altkimlik sadece yeni kültürel pazarlara dahil olmakla kalmıyor, bu pazarları üretebilir hale de geliyor.

Kültür ekonomileri büyüdükçe varlıkları da her yerde hissedilir hale geldi. “Yaratıcı endüstriler” ve “yaratıcı ekonomiler” gibi terimlerin tarif ettiği şey hiç de yeni değil aslında yakın geçmişte bunların kapsadığı faaliyetler “kültür endüstrileri” ifadesiyle tanımlanıyordu. Fakat bu ifadenin eleştirel ve şüpheci bir iması varken, yeni terminoloji empatik ve olumlu. “Yaratıcı endüstriler” terimi çok geniş bir ticari olmayan faaliyetler ağını ve aynı zamanda kâr amaçlı eğlence sektörü kategorisine giren pek çok sahayı içeriyor: film, televizyon, radyo, yazılım, spor, gazetecilik, yazı, müzik ve bir ölçüde basitçe cool görünme uğraşı.

1940’lardan bugüne kültür endüstrilerinin yaşadığı her büyüme aşamasında kültür ile ticaret daha da iç içe geçti ve bu iç içe geçişin ölçeği her geçen gün daha da büyüyor. Kültür endüstrilerine bağımlı bir ekonominin, bir sonraki büyük şey için daha da aç hale gelebilmek için, hızlı hareket etmesi gerekiyor. Rağbet görecek yeni şeylere yönelik arayış, şirketlerin katıldığı spekülatif bahislere evrilmiş durumda; buna koşut olarak anlam da bir hammaddeye dönüşüyor. Yaratıcı endüstriler çağında düşünce, sanat ve siyasal eylem, bir hammadde üretimi kaynağı olabiliyor.

İnternet içeriği üretiminin yükselişiyle birlikte, yaratıcı endüstriler kültür üreticilerini -artık çoğunlukla yaratıcılar denen kişileri- çağın yeni ruhunun temsilcileri olarak görüyor. Anlamın manipülasyonu büyük bir ticarete dönüşmüş durumda ve kültürel üretim ekonomisinin içlerine doğru yeterince ilerlemiş olanlar bugünlerde kendilerini, işleri yen kimlikleri bütünüyle yeni ekonomilere tercüme etmek olan, dev şirketlere bağlı enformasyon üreticilerinin ellerinde buluyorlar.

1980’lerde Jean Baudrillard “gerçek”in yok oluşuna karşı uyarıyor, bunun sonunda yanlış yaşanan bir hiper-gerçeklikler ve simulakralar dünyasına yol açacağını söylüyordu. Bilgi ekonomisinin motoru bizi bu olasılığa yaklaştırmaktan başka bir şey yapmadı. Reklamın varlığı bilgi ekonomisine paralel biçimde büyüdükçe ürün ile reklam arasındaki mesafe çöktü. Kişiler arası etkileşimlerin fethi ise reklamın daha ince dokunuşlarla yürüttüğü bir süreçti ve bu yolla, nihai ürün de ortaya konmuş oluyordu: Kişinin kendisi.


Kaynak: Nato Thompson, İktidarı Görmek.


“Kültürel Üretim” üzerine bir yorum

  1. Bu bağlamda, ekonomik olarak şanslı kesimde yaşayan, kapitalist dünyanın bütün nimetlerinden faydalanan bizler iken; bizi besleyen, her gün tükettiğimizi üreten kesim kim?
    Tüketen bir topluma dönüştükçe sömüren bir toplum olmamız da kaçınılmaz bir hale geliyor. Bizim çöplerimizden hayatını sürdürmeye çalışan insanlardan tutun da hasattan aslında çok küçük bir pay alan mevsimlik tarım işçilerine kadar büyük bir kitle bu yazının öznesi değil.
    “Şanslı” diye nitelendirdiğimiz tabakada yaşayan insanlar bütün bu sanal ilişkiler yumağında psikolojik olarak hasar alan kesim de olmuyor mu? Tüketim, gösteriş, toplumsal beğeni üzerine kurulu olan hayatların belli bir yerden sonra insana bedensel ve ruhsal olarak zarar verdiği bilimsel çalışmalar tarafından tasdikleniyor. Öyleyse iki tarafa da uzun vadede zararı daha fazla dokunan bu sağlıksız sömürü ilişkisini sorguluyor olmaktan neden bu kadar uzağız?
    Bu durum sürecin oluşturduğu bir sorunlar yığını mı, yoksa düzenin üzerine kurulu olduğu felsefenin erişmek istediği dis/ü-topya mı? Bu felsefeye eleştiri üzerinden geliştirilen sosyalizm, komunizm gibi düşünce sistemleri pratikte büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlanıyorsa özgün bir ideoloji neden geliştirilemiyor?

    Liked by 2 people

Yorum bırakın