Sanat Felsefesi — Hegel

Hegel’in felsefesi kendisinin Geist olarak adlandırdığı ve genel bir tercümeyle “tin” veya “zihin”, bir tür dünya tini veya temel fikir anlamına gelen, bir kendiliğe/varlığa dayanır. Söz konusu tin, zamanda açımlanır ve kendisini sanat, din ve felsefe aracılığıyla açığa vurur. Olan her şeyin, var olan her şeyin özüdür. Hegel’in Logic kitabında açıkladığı gibi, tinin gelişimi önce doğada gerçekleşir ve bu durum yabancılaşmayı, şeylerin dışında olma halini ve yabancılaşmış olmayı temsil eder. Hegel’in mutlak idealizm olarak kabul ettiği sistemde tin, kendi dışındaki bir ilk gelişimden sonra kendi kendisiyle bütünleşmeye ve yeniden uzlaşmaya, bir özfarkındalığa yönelir. Kendisini önce bireysel olanda (yani öznel zihinde), daha sonra zihin hallerinde (yani nesnel zihinde) ve en sonunda da hakikatte (yani mutlak zihinde) açığa vurur. Hakikat, felsefi düşünmenin nesnesi ve amacıdır. Tin, neredeyse tanrısal bir amaçla ve süratle tarih boyunca hareket eder, böylece şeyler tam da beklendikleri şekle bürünürler; aslında bu, tinin kendini gerçekleştirmesinden başka bir şey değildir.

Hegel de, aynen Platon ve yeni-Platoncular gibi hem aşkıncıdır hem de hiyerarşicidir. Aşkıncı olarak daha yüksek bir gerçekliğe inanır—buna tin adını verir—ve bu esasen dünyada ele alınabilecek bir şeydir. Örneğin sanat yapıtını tam da dinin varsaydığı gibi tinle ilgili olarak görür, ama yine de bir farklılık bulur, ona göre bu bağlantı daha duyusal bir temeldedir. Sanat yapıtları “şekillerin, seslerin ve imgeye dönüştürülen kavramların gölge dünyasıdır ve insan tininde bilincin derinliklerinden kaynaklanan bir yankıya, bir tepkiye yol açarlar. Böylelikle duyusal, sanatta tinselleşir veya başka bir deyişle, tin duyusal kisvesine bürünerek sanatta yaşamaya başlar.” Bir hiyerarşici olarak da, tinin farklı biçimlerde daha iyi tezahür ettiğine ve daima daha yüksek özfarkındalık hallerine doğru evrildiğine inanır. Sanatsal araçları tinselliğin yükselme düzenine göre mimari, heykel, resim, müzik ve şiir şeklinde derecelendirir.

Sanatın işlevi, “sanatın duyusal veya maddi şekillenme tarzının altındaki hakikati açığa çıkartmaktır.” Güzellik “fikrin duyusal görünümüdür [veyâ tezahürüdür]”—Almancası “das sinnliche Sheinen der Idee.” Platon sanatın açığa vurma (ifşa) gücü olduğuna inanmıyordu. Plotinos’a ve onun ardından da diğer yeni-Platonculara kadar hiç kimse sanatın böyle bir güce sahip olduğuna inanmamıştır. Hegel “gölge imge”—yani, sanatın hakikati açığa çıkartmada son derece yetersiz olduğu fikri—gibi yeni-Platoncu bir ifade kullanabilir belki ama aslında sanatı tinin kusursuz olmasa da potansiyel aktarıcısı olarak görür. Sanat yapıtında fikir ve duyusal biçim iç içe geçerek bütünleşir: Bu bütünleşme ne denli iyiyse, sanat yapıtı da o kadar iyidir. Mükemmellik “fikir ile görünüşün incelikli bir tarzda birleşirken sergilediği yakınlık ve bütünlüğe” dayanır. Her ne kadar, sanat, tini açığa vurma konusunda dinden veya felsefeden daha tersiz olsa da, tinin en kolay ulaşılır olduğu alanın sanat olması yeterince şaşırtıcıdır. Bu biraz da kutsal hakikatlerin cahillere en iyi imgeler aracılığıyla öğretilebileceğini savunan ilk Hristiyan inanışlarını andırır. Hegel tinin sanattaki cisimleşmesini ele alırken “dolayımsızlık” sözcüğünü kullanır.

Sanat fikri yakalamak, onu aşkınlık alanından çekip insanın görebileceği şekilde cisimleştirmek için simgeciliği kullanır. Hegel simge—yani, sanatta imge—ile fikir arasında bir uzam olduğunu anlamıştı ve bu uzamda da daima bir gerilim barındığına inanıyordu. Hegel şöyle yazar:

Simge, temaşa için dolayımsız olarak mevcut olan veya verilmiş dışsal bir varlıktır, yine de, bizimle basitçe kendi hesabına karşılaşan bir şey olarak anlaşılmamalıdır, bilakis daha kapsamlı, daha evrensel bir anlamda kavranmalıdır. Dolayısıyla, simgede eşzamanlı olarak iki ayrım vardır: (i) anlam ve (ii) (anlamın) ifadesi. Birincisi bir fikir veya konudur, içeriği önemli değildir, ikincisi ise duyusal bir varlıktır ve bir tür resimdir.

Hegel’in dili maksatlı görünse de, verdiği mesaj açıktır. Bir simge fikirle özdeş değildir; öyle olsaydı simge değil fikir olurdu. Tanrı’nın imgesi, Tanrı’nın kendisi değildir.

Muhtelif sanat biçimleri, simgeyi farklı şekillerde cisimleştirir. Mimari son derece fiziksel ve yapısal bir simgedir. Heykel daha soyuttur, ağırlığı ve ölçeği bakımından daha az somuttur ve Yunanlıların insan figürünü rasyonel bir tarzda temsil etme idealinin kusursuz bir örneğini yansıtır. Resimse, mimari ve heykelden daha soyuttur ama daha az fizikseldir. Özellikle de ışıkla, yani maddi olmayan bir fenomen olan ışıkla yapabildiklerinden ötürü, tinin saf temsiline daha yakındır. Yine de daha iyisi vardır: Pratikte hiçbir fiziksel biçim içermeyen müzik. Tin—tıpkı serilen ve şeklini açığa vuran bir halı gibi—evrilirken neredeyse saf anlam haline geldiği şiirde kendisine daha uygun bir yuva bulur. Yeryüzünde tine en çok yaklaşabileceğimiz yer, felsefedir. Bildiğiniz gibi, sanatın bünyevi bir eskime ya da geçerliliğini yitirme özelliği vardır. Tarihin belli bir noktasında (ki belki de bunu çoktan geçtik ama hâlâ farkında değiliz) sanat artık zorunlu olmayacaktır, çünkü tin değişmiş olacaktır.

Hegel dünya sanatının gelişimindeki belli aşamalardan özellikle haberdar olmasa da, bunları doğru kavrayan bir sanat tarihçisidir. Hegel’in bütünsel görüşüne göre, sanatın tarihinde üç aşama vardır. Hegel’in simgesel olarak adlandırdığı birinci aşama, sanat tarihçilerinin geleneksel olarak “klasik öncesi” veya (küçümseyici bir yaklaşımla ifade ettiklerindeyse) “ilkel” ya da “oryantal” sanat diye tanımladıkları şeye tekabül eder kabaca. Hegel tinin olgunlaşmasındaki bu erken dönemi en iyi antik Mısır sanatının örneklediğine inanır. “Mısır”, der “simgenin vatanıdır ve aslında hiçbir amaç gütmeksizin kendisini sırf tinsel bir göreve, tinin kendisini deşifre etme görevine adamıştır. Problemler çözülmemiştir, bu sebeple bulabildiğimiz tek çözüm, Mısır sanatının ve simgesel yapıtlarının bulmacalarını, Mısırlıların sırrını açıklamadan bıraktığı bir problem olarak yorumlamaya dayanmaktadır.” O dönemde tin hâlâ ilkeldir; artık madeni veya bitkisel olmasa bile, yine de bir hayvandır, içinden çıkmaya çalışan bir insan anlamı barındırır sadece. Hegel, Mısırlıların bir ulus olarak kendilerinin kim veya ne olduklarını ifade edemediklerine, bunun farkında olmadıklarına inanır.

Daha sonra Klasik aşama hakkında yazmaya başlayan Hegel, bu aşamayı Yunan sanatının Altın Çağı’yla, özellikle de İÖ dördüncü yüzyılın ikinci yarısında üretilen heykellerle ilişkilendirir. Klasik sanat daha rasyoneldir ve tini açığa vurmak için insan bedenini kullanır. Hegel’e göre, bu dönemin heykeltıraşları doğa ile tin arasında mükemmel bir denge keşfetmiştir.

Sanatın zorunlu evriminde kaçınılmaz olan üçüncü aşama, Romantizmdir; Hegel, Romantizmin tam anlamıyla klasik sonrası sanatı—yani Hristiyan sanatını—temsil ettiğine inanır. Tipik ve kusursuz ifadesini de çok da fiziksel olmayan resimde bulur. Yunanlıların bulmayı başardığı denge yitirilmiştir ve sanat artık hiç de mümkün olmayan şeyi yapmaya çalışmaktadır: Tinselleşmek. Hegel’e göre, temelde tini kavramanın üç yolu vardır: sanat, din ve felsefe. Her ne kadar, tinin en dolayımsız ve en kolay ulaşılır olduğu alan, sanat olsa da, sanat tini görmek için kullanılabilecek en iyi gözlük değildir. Din daha iyidir; felsefe ise en iyisidir.

Hegel’e göre sanat, insanlar kendileri ve nihai gerçeklik hakkında bir şey bilebilmeleri için var oldu. Sanat bir araçtır ve biz insan olarak en bilinçli olman başardığımızda, artık bu aracı kullanmayacağız. Hegel’in zihninde daima o nihai amaç vardır: Hakikati bilme amacı.


Kaynak: Vernon Hyde Minor, Sanat Tarihinin Tarihi.


 

Yorum bırakın