Orta Çağ

Sosyal Yapı

Orta Çağ toplumu, Kilise, senyör ve serf ilişkilerinin biçimlendirdiği bir toplum yapısıydı. Toprakla beraber alınıp satılan serfler hiçbir hakka sahip değildi; buna karşılık egemen zümreler asiller ve din adamları olmak üzere iki kola ayrılıyor, şatolarla katedraller iki ayrı yaşam tarzını temsil ediyordu. Asillerin yaşamı yüce değerler üzerine kurulmuştu ve anlamaya değil, anlatılmaya; sorgulamaya değil, yüceltilmeye yönelikti. Yaşamlarında onlar için en önemli şey onurlu duruştu. Buna karşılık din adamları, ilahi kökenli ve mutlaka uymak zorunda oldukları dogmalar dünyasında yaşıyorlardı. Öyle ki bu toplum düzeninde siyasal iktidar senyörlerde olsa da, çağa ideolojik damgasını vuran, bilimleri tanzim ve tasnif eden Kilise ve din adamları olmuştur. Bu durumda Orta Çağ üniversiteleri de kilise bünyesinde ve ruhban sınıfı tarafından kuruldu. [1]

Ekonomi

Kapitalizmdeki gibi özel mülkiyetin bulunmadığı feodal sistemde, koşullu ve hiyerarşik bir toprak mülkiyeti vardı. Ülkenin sahibi sayılan kral, belirli koşullar karşılığında (savaş zamanı kralın ordusuna kendi askerleriyle katılmak gibi) toprağın kullanım hakkını soylulara verir; onlar da benzer koşullarda daha alt soylulara verir ve nihayet üretici-serflere kadar bu zincir sürerdi. Krala ve bir üst soylu gruba karşı yükümlülükler yerine getirilmediği zaman topraklar geri alınabiliyordu. Feodal mülkiyet, karşılıklı hak ve görevlere dayanıyordu. Serflere, ailesini geçindirebilecek kadar toprağın kullanım hakkını veren soylunun beklediği görevler şöyleydi: Haftanın belirli günlerinde lordunun toprağında çalışması ve verilen diğer görevleri yapması, bütün özel aile işlerinde lordundan izin alması ve onun uygun gördüğü vergileri vermesi gerekiyordu. Lordun, serfi yargılama hakkı vardı. Köleden farkı, lordun serfi ailesinden ayırıp, satamaması ve serf görevlerini yaptığı sürece toprağından atamamasıydı. Serfin geçimlik toprağının kullanım hakkı çocuklarına da geçerdi. (Feodalizmde azınlıkta olan özgür köylü, lorda yalnızca vergi öderdi ve kralın mahkemesinde yargılanma hakkı vardı.)

Kapitalist sistemden farklı olarak, feodalizmde siyasi ve iktisadi güç ile yargı gücü soylu toprak sahibinde birleşiyordu. Bu nedenle serfin kendi geçimlik toprağı dışında lord için yaptığı bütün işlerden kaynaklanan üretime yani artı-ürününe lord doğrudan, zorla ve serbest iktisadi ilişkiler dışında el koyardı. Doğrudan, çünkü lordun toprağında çalıştığı zaman onun için üretir; zorla ve serbest iktisadi ilişkiler dışında, çünkü yasal olarak serf, toprağa ve beyine bağımlıydı, onları terk edemezdi. Gene kapitalizmden farklı olarak, üretim kâr amaçlı piyasa için değil, ihtiyaçları karşılamak amacıyla yapılırdı. İşbölümü gelişmemişti; tarımsal faaliyet ile zanaatlar iç içeydi.

İşte Orta Çağ soylu toprak sahiplerinin gösterişli yaşamları, sarayları ve Kilise’nin yaptırdığı görkemli yapıların temeli tarımsal üreticilerden aldıkları, karşılığı ödenmeyen bu artı-üründü. Savaşların eksik olmadığı bu dönemde tabii savaş ganimetleri de krallar ve soylular için başka bir gelir kaynağı idi. Köylü, lordların savaşlarını, lüks yaşamlarını ve din adamlarını besleyen en önemli üretici kesimdi. İnsan, hayvan, su ve rüzgâr gücüne dayanan ilkel Orta Çağ tarım teknolojisi nedeniyle üreticinin ve toprağın verimi çok düşük olduğu için zaten pazarlanabilir ürün de çok sınırlıydı. Kısaca, bu çağda kâr amaçlı pazar için üretim olmaması bir yanıyla toplumsal yapıya, öbür yanıyla da teknolojinin geriliğine bağlıydı. Tabii yerel pazarlar vardı. Doğu-Batı arasındaki ticaret ise, (baharat ve ipekli kumaşlar gibi) büyük ölçüde soyluların lüks yaşam biçimlerinin taleplerini karşılamaya yönelikti.

Önceleri kentler feodal toprak mülkünün bir parçası sayılıyordu; geleneklere dayanan feodal hukuk kurallarının geçerli olduğu kentlerde, feodal beyler istedikleri gibi vergi alabiliyordu. Loncalarda örgütlenmiş olan tüccar ve zanaatkârlar ise, bir yandan kendilerini yabancı tüccara karşı korurken, (her kentin etrafı gümrük duvarlarıyla örülmüştü) öte yandan, loncaların belirlediği ayrıntılı kurallara uymak zorundaydılar.

Kentler özellikle Doğu-Batı ticaretinden zenginleştikçe feodal boyunduruklarını atmaya çalıştı. Tüccar loncalarının istekleri kişisel özgürlük, feodal yasalar yerine tüccar yasalarının egemen olması, feodal vergi ve kısıtlamaların kaldırılması yönündeydi. 11. yüzyıldan başlayarak, kentler bağımsızlıklarını ya satın alarak ya da feodal toprak sahipleriyle mücadele ederek kazanmaya başladı. 13. yüzyıla gelindiğinde, kentlerin çoğu bağımsızlığını kazanmıştı. Artık kente kaçan bir serf, belirli bir süre yakalanmadan kentte yaşadığı zaman özgür olabiliyordu. Avrupa’da toprakların yarısına sahip olan Katolik Kilisesi’nin iktisadi, siyasi ve ruhani gücü rakipsizdi ve kilisenin görüşleri dönemin egemen düşünce sistemini oluşturuyordu. Kölelik gibi kimi Roma kurumlarına karşı olan Hıristiyanlık, kardeşlik ilkesinden ve insanların doğal haklarından söz ediyor; her şeyin insanlığın ortak malı olduğunu vaaz ediyordu. Aristoteles felsefesi (Aristoteles’in Politics eserinin Latince çevirisi ilk kez 12. yüzyılda Batı Avrupa’da yayımlandı) ile Hıristiyan teolojisinin sentezinden skolastik felsefe doğdu. Thomas Aquinas, skolastik felsefe ve Kilise Yasası’nın (Cannon Law) temel özelliklerini şöyle belirtir:

  • İktisadi kararların temelinde bireysel kararlar olmamalıdır.  
  • Bireyler, kurumlara tabi olmalıdır.
  • İnsanlar “doğal” yasalara tabidir.

Bu dönemde çalışma yüceltilir ve Hıristiyanlık’a göre, alnının teriyle ekmeğini kazananların Tanrı’nın gözünde yüce bir yeri vardır. Zenginlerin görevi ise yoksullara karşı hayırsever olmaktır. Kilisenin kullandığı “haklı/adil fiyat” kavramına göre her malın, üretim maliyetini karşılayan tek bir fiyatı olmalıdır. Paradan para kazanmak (faiz) haramdır, haksız kazançtır ve yasaktır. Ama Kilise bu öğretilerini vaaz ededururken, ticaret kendi kurallarına göre yürüyordu ve Orta Çağ sermaye birikiminin en önemli iki kaynağı tefecilik ve ticaretti. [6] (Daha fazlası için: Feodalite)

Akademi

“Ekonomik devrim”, İtalya’yı Avrupa’da ticaretin merkezi yaptı ve Floransa ve diğer kentler, akıl almaz bir zenginliğe kavuştular. Bu durum, İtalyan kentlerinde sosyal ve politik yaşamı da derinden etkiledi. Günümüz bankaları gibi, çeşitli ticarî işlemleri kolaylaştıran yeni yöntemler geliştirildi. Üniversiteler ticari hayatın ihtiyaç duyduğu gelişime cevap veremiyordu. Üniversitelerde kullanılan “algorismus” metinleri, tüccarların amaçlarına uygun düşmüyordu; çünkü bu metinler Latince idi ve yeni sayı yazım tarzı (“numeratio“) ve hesap konusunda bilgileri içeriyorsa da uygulamacılara öğretilen hesap yöntemleri pratik değildi. Aynca tüccar sınıfının temsilcileri ile üniversite öğretim üyeleri arasında hiçbir iletişim yoktu. Bu nedenle özel okullar geliştirildi ve buralarda geleceğin tüccarlarının bilmek zorunda oldukları matematik ve diğer bilgiler öğretildi.

Genç çocuklara özel hesap ustalarınca (“maestri d’abbaco“) bu bilgilerin öğretildiği böyle bir “abbacus okulu” ilk olarak 1284 yılında Verona’da kurulmuştu ve belirleyici olarak da matematik öğretmenlerinin Floransa’lı olması belirlenmişti. 1316 yılında Floransa’daki “abbacus” öğretmenleri, diğer öğretmenlerle birlikte bir lonca oluşturmuşlardır. 1343’te 1000-1200 öğrenciyi okutan altı “abbacus okulu” vardı. Öğrenciler genelde 10-12 yaşlarındaydı ve tüccar ya da esnaf çocuklarıydı. Bu okullarda kullanılan “abbacus” metinler mesleklerde karşılaşacakları çözmek için İtalyan tüccarların gereksindiği matematiksel yöntem ve teknikleri işlemekteydi.

15. yüzyıl sonuna dek Almanya’dan ve Avrupa’nın diğer ülkelerinden matematiğin en gelişkin olduğu İtalya’ya, bu yeni hesap yöntemlerini öğrenmek için yüzlerce öğrenci gelirdi. O zamanlar anlatılan bir öyküye göre, 15. yüzyılda oğlunun ileri bir ticaret eğitimi almasını isteyen bir Alman tüccar, onu nerede okutması konusundaki önerilerini öğrenmek üzere bir üniversite profesörüne başvurur. Aldığı yanıt, şaşırtıcıdır: “Oğlunuzun toplam ve çıkarmayı öğrenmesiyle yetinecekseniz, herhangi Alman ya da Fransız üniversitesi bunu verebilir. Ama öğrenimini ayrıca çarpma ya da bölme öğrenene kadar sürdürmesini istiyorsanız, yeteneği de varsa, onu İtalyan okullarına göndermeniz gerekir.” [5]

Orta Çağ’ın ilk üniversiteleri 11. yüzyılda Bologna’da kurulmuştu; fakat sadece hukuk fakültesinden oluşan bu “üniversite”nin bir de ilahiyat fakültesine kavuşması ancak 14. yüzyılın ortalarında mümkün oldu. Bu arada, 13. yüzyıl başlarından kurulan Paris Üniversitesi de ünlü ilahiyatçıları ile Paris’i Orta Çağ kültür hayatının merkezi haline getirmişti. [1]

Üniversiteler, genellikle bir katedral okulunda, öğrencilerin şöhret sahibi bir öğretmenin çevresinde kendiliğinden toplanmalarıyla ortaya çıkıyordu. Bu topluluklar çoğunlukla, katedral kentinde, burada hiçbir hak ya da yetkileri olmayan yabancılardan, ya da oralı olmayanlardan oluşuyordu. Hak ve yetkileri olmayan bu kişiler, kendilerini ‘üniversite’ ya da kurum ilan ederek yasalar önünde kendilerine, tüccarlar ve zanaatçılar gibi, toplu koruma sağlamaya çalışıyorlardı. Üniversiteler büyüdükçe, belli bir öğrenim alanında uzmanlaşan farklı fakültelere bölünüyorlardı.

‘Daha yüksek’ üç fakülte olan tanrıbilim, hukuk ve tıp, Batı Avrupa’da filizlenen nüfusun, yakıcı bir biçimde artmakta olan doktor, avukat ve rahip gereksinimine bağlı olarak ortaya çıkmıştı. Yüksek fakülteler önce öğrencilerinin, (Antik Roma eğitiminin korunmasıyla) aslen yedi temel bilim alanında ele alındığı için Sanat fakültesi adı verilen fakültede ön öğretim görmelerini zorunlu kılıyordu. Burada dersler Latince dilbilim, retorik ile diyalektik ya da mantık tartışması, geometri, aritmetik, gökbilim ve müzikti. İspanya ve diğer çeviri merkezlerindeki çevirmenlerin çalışmaları sayesinde Aristoteles’in yapıtlarına ulaşmak kolaylaştıkça, Sanat fakülteleri uygulamada herkesin Aristoteles’in felsefesini öğrendiği felsefe fakültelerine dönüştü. Yedi temel bilim artık, doğa filozofları olarak yetişecek genç erkek çocuklara öğretiliyordu. [2]

Yeme-İçme

Fernand Braudel 17. yüzyıla kadar Avrupalıların beslenmesinin esas olarak bitkisel gıdalardan oluştuğunu vurgular. Sıra dışı bir şekilde etobur bir ülke olan Fransa, Rönesans yandaşlarının büyüme dönemi olduğunu iddia ettikleri 16. yüzyılda beslenmesi içindeki et tüketimi miktarının attığına değil, tam tersine 1550’den itibaren çöktüğüne tanık olur. 16. yüzyıldan itibaren Avrupa dışındaki bölgelerden ithal edilen içecekler ve sebzelerin dağıtımı sınırlı kalır: Örneğin çikolata, çay (İngiltere, Hollanda ve Rusya ile sınırlıydı), hatta 17. yüzyıl ortasında Avrupa’ya ulaşan kahvenin tüketimi gerçek anlamda ancak 18. yüzyıl ortasından itibaren artarak Güney ve Orta Avrupa’nın gıda rejimindeki en önemli maddelerinden biri haline gelir. 18. yüzyıla kadar buğday, daha doğrusu buğday türlerinin (buğday-çavdar melezi, çavdar, vb.) verimi düşüktür., gübre olarak insan ve hayvan dışkıları kullanılmaya devam eder. Devrim’e giden karışıklıkları tetikleyen olaylar arasında 1789 yazındaki kıtlık kuşkusuz önemli rol oynamıştır.

11. yüzyıldan itibaren değirmenlerin çoğalması ekmek üretiminin artmasını sağlar ve ekmek, Avrupa’daki beslenmenin temeli olur. Fiyatı kalitesine göre değişmektedir ve köylülerin neredeyse siyah ekmeğiyle burjuvalar ile senyörlerin beyaz ekmeği arasında ciddi bir fark oluşur. Ama Braudel’in yazdığı gibi

Gerçek beyaz ekmek devrimi ancak 1750-1850 arasında gerçekleşmiştir; o zaman diğer tahılların yerini has buğday alır (örneğin İngiltere’de ekmek, giderek kepeğin büyük bölümünden arındırılmış unlardan üretilmeye başlanır).

Üst sınıflar hem lezzet hem de sağlık açısından iyi gıdalar talep etmeye başlarlar. Mayalı ekmek yaygınlaşır ve örneğin Diderot uzun süre beslenmenin temelini oluşturan bulamacın hazmı zorlaştırdığını vurgular. 1780’de bir ulusal fırıncılık okulu açılır ve Napoléon ordusu “o değerli malı, beyaz ekmeği” tüm Avrupa’ya yayar. [3]

Kentteki yoksul insanlar yemeklerinin çoğunu satıcılardan hazır olarak satın alıyorlardı. Ekmek, sebze hatta lapa pişirmek bile mutfak araç ve gereçleri gerektiriyordu ve bodrumda veya tavan arasında yaşayan çok yoksul insanların bu olanağı yoktu. Et lükstü; kışı çıkaramayacak hayvanları sonbaharda kestiklerinden kırsal kesimdeki aileler eti ancak o dönemde yiyebiliyorlardı. Zenginler eti çok daha düzenli yiyorlardı; bazen o kadar çok yiyorlardı ki, gut hastalığına yakalanıyorlardı.

Yoksullarla zenginlerin yedikleri yemeklerin farklı olması -ve bunun neden olduğu sorunlar- temelde ekonomik bir sorundu ama aynı zamanda doğal ve toplumsal hiyerarşi fikriyle de ilişkiliydi. Kuşların domuzlardan daha soylu oldukları kabul ediliyordu; çünkü kuşlar gökyüzünde yaşıyorlardı (dolayısıyla Tanrı’ya yakındılar) domuzlar ise toprağı eşeliyordu. Bu nedenle kuşlar soylular için, domuz da yoksullar için uygun yiyeceklerdi. Bu tür yiyecekler, bunları yiyenlerin sınıflarını simgelemekle kalmıyor, aynı zamanda onlara özellik de katıyordu. Soylular, nadir kuşlar yiyerek onların duyarlılığını ve zekâsını kazanabileceklerini düşünüyorlardı. [4]

Yine Orta Çağ’da, Kuzey Avrupa balıkçılığı ve balığın konserve edilmesinde kullanılan yeni teknikler sayesinde ringa balığı Avrupa’nın genel gıdalarından biri haline gelir. Büyük ringa balıkhaneleri 11. yüzyıldan itibaren Hansa’lı, Hollandalı ve Zelandalı balıkçıların zenginleşmelerini sağlar. 1350’lere doğru bir Hollandalı ringa balığını temizleme, daha sandaldayken tuzlama ve fıçıda salamuraya yatırmanın hızlı bir yolunu bulur: Balık artık Avrupa’nın her yerine, özellikle de Venedik’e ihraç edilebilmektedir.

Bu süreklilik içinde, yine de istikbali parlak olacak bir yeniliği kaydetmek gerekir: alkol. Talihi geç açılır ve Braudel’in belirttiği gibi, 16. yüzyıl “onu deyim yerindeyse yaratmıştır”, ama halk arasında yaygınlaşması 18. yüzyıl ile gerçekleşir. Daha çok keşiş manastırlarında üretilen “ab-ı hayat” (eau-de-vie) uzun süre hekimler ve eczacılar tarafından önerilen bir ilaç olarak kalmış ve veba, gut ya da ses kısılması gibi hastalıklara karşı kullanılmıştır. Ancak 16. yüzyılda içki haline geldi. Daha sonra tüketimi yavaş yavaş arttı ve 18. yüzyılda doruk noktasına çıktı. Ama örneğin Alsace, Lorraine ve Franche-Comté menşeli olan kirsch, 1760’a doğru Paris’te hâlâ ilaç olarak kullanılmaktaydı. [3]


[1] Taner Timur, Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi.

[2] John Henry, Bilimsel Düşüncenin Kısa Tarihi.

[3] Jacques Le Goff, Tarihi Dönemlere Ayırmak Şart Mı?

[4] Merry E. Wiesner-Hanks, Erken Modern Dönemde Avrupa.

[5] Zeki Tez, Matematiğin Kültürel Temelleri.

[6] Oya Köymen, Sermaye Birikirken.


Yorum bırakın