Post-Truth Çağ

Kasım 2016’da post-truth ifadesini yılın sözcüğü seçen Oxford sözlükleri sözcük için şu tanımı veriyorlardı: Kamuoyunun şekillenmesinde nesnel gerçekliklerin duygulara ya da kişisel inançlara oranla daha az etkili olduğu koşullara gönderim yapan sözcük. (Bu tabiri ilk olarak ABD’li oyu yazarı Steve Tesich 1992’de The Nation’da yayınlanan bir yazısında kullanmış. Tesich, ünlü Watergate Skandalından başlayarak, insanların kademe kademe nasıl da bir yalanlar çokluğuna rıza gösterir duruma geldiklerinin izlerini sürüyor.) [1]

Post-truth kavramı hakikatin önemsizleşmesi olarak düşünülebilir. Bu durum, gerçek ile ona ilişkin yargılar arasındaki uygunluğun ortadan kalkmasının umursanmamasıdır. Bir başka deyişle hakikatin düşüşüdür. Burada bilgiyle ilgili olan “hakikat” sözcüğünün, varlıkla ilgili olan “gerçeklik” sözcüğü arasındaki anlam farkı vurgulanmalıdır. Gerçek, nesnel gerçekliği, hakikat (doğruluk) ise bu nesnel gerçekliğin zihnimizdeki yansısını temsil eder. Afşar Timuçin “Gerçekliği doğrulukla karıştırmamak gerekir; doğruluk yargıda kendini gösterir ve gerçekliğin düşünsel düzeyde ya da zihnimizde onaylanmasıyla ilgilidir” diyerek aradaki farka dikkat çekmiştir. Gerçeklik; zihnimizin dışında, zihnimizden bağımsız olarak var olan kesinliği belirtirken, doğruluk; düşüncenin gerçekle uyuşması, gerçekliğe uyan bilgi, yargı ve önermelerin gerçekliğe uyması anlamlarına gelmektedir. [2] (Bkz: Post-Truth ve Postmodernizm)

Post-truth çağ, felsefi terimlerle ifade edilirse, logos‘a dayanan rasyonel politik söylemlerin, pathos‘a dayanan tutkulu ve ateşli politik söylemler karşısındaki güçsüzlüğünü açığa çıkardı. Sokrates’ten Platon’a sirayet eden öğe, yani insanın kendisinden bağımsız hakikatlerin (Platon bunlara “idealar” adını verecektir) var olması gerektiği fikri, bizzat felsefeyi, doğumundan itibaren siyasal bir öğe olarak damgalamış durumdadır.

Siyasal antropolog George Balandier’in insan toplumlarında siyasal iktidarın ortaya çıkışı hususundaki tezi şu şekildedir: “Toplumsal ilişkiler, kandaşlık ilişkilerinin ötesine doğru genişlediği anda, her biri, kolektivitenin kararlarını kendi çıkarları doğrultusunda etkileme çabası içerisinde olan bireyler ya da gruplar arasında az çok belirginlik kazanmış bir rekabet başlar. Sonuç olarak da siyasal iktidar rekabeti frenlemenin bir aracı olarak belirir”. Hakikat fikri, tam da bu frenleme işlevini görecek bir öğe sağlar. Sokrates’in, ama özellikle de Platon’un bütün felsefi projesini siyasal kılan da budur.

Bu çağda aşmadan kala şeyin bilmeye değer olduğu kanısı yaygındı. Bunlar, bir dönem idealar ya da Aristoteles’in terminolojisiyle “formlar” iken, tek-tanrılı inanç sistemlerinin yaygınlaşmasıyla mantığını Antik Yunan’dan, varlık görüşünü Hıristiyanlıktan alan bir teoloji gelişmişti. Bundan sonraki aşamada ise olgular önem kazanmaya başlayacaktı.

Agamben’e göre Bacon’dan (Aristotelesçi tümdengelim yönteminin bilgimize yeni bir şey eklemediği, zaten bilineni daha da daraltılmış kümeler düzeyinde ifade etmemizi söyleyerek tümevarımı bir yöntem olarak önermesinin sahibi) itibaren modern bilimin kesinlik arayışının sonuçlarından biri, kesinlik ile bağdaşması mümkün olmayan deneyimin hesaplanabilir ve kesin hale getirilebilir olduğu anda deneyim olmak bakımından otoritesini yitirmesidir. Modern düşünce, bunu, bilgi ile deneyimi Kartezyen ego cogito’nun soyut öznesinde bir araya getirerek gerçekleştirmiştir. Deneyim bilginin öznesine dönüşünce de maruz kalınarak yaşanabilecek ama asla sahip olunamayacak bir şey halini alır. Bu da Agamben’in deneyimlenemez deneyimler dediği şeyin, hakkında konuşulabilir bir şey olarak belirmesini sağlar. “Bizim” olmayan bu deneyimler, deneyimimizin ölüme doğru uzanırken dayandığı en uç sınırları oluştururlar.

Agamben’in işaret ettiği kritik eşik, bir yandan burjuva kesinlik arayışının doğum anı olarak görülebilecek bir eşik iken, diğer yandan da “olguların” yani tekrarlanan olayların epistemolojik açıdan önem kazandığı, bir tür iade-i itibarının yapıldığı bir dönem olarak da düşünülebilir.

Kültür tarihçisi Mary Poovey’e göre toplumu olgusal gerçekliklerin terimleriyle tasarımlama eğilimi geç Orta Çağ’da muhasebenin doğuşuyla başlamıştı. Francis Bacon’ı da doğuran bilgi tipinin, sosyo-ekonomik düzeyde çoktan inşa olmaya başladığı anlamına geliyor bu. Bacon, bir bilgi tipinin, bir bilme tarzının “filozofu” olarak belirmişti aslında. Olgusal gerçekliklerin filozofu…

Poovey, bu türlü olgusal gerçeklerin sistematik bilgi biçimlerine dönüşümünü merkantilizmin ortaya çıkış koşullarına ve bu merkantilizmin iki temel kurumuna bağlıyor: Muhasebe tutma ve ticari uyum. “Bunların ilki bir yazma sistemi olarak, modern olgusal gerçekliklerin bir prototipini üretti; ikincisi ise tüccarların birbirlerinin faturalarını kabul etmeye yönelik isteklerini teminat altına alan, bir tür sigorta işlevi gören ve resmi olmayan bir uzlaşımlar sistemi oluşturmuştu. Bu da etkili bir yönetim için bir model sunan ticari alışverişleri organize eden ve kurallar tarafından yönetilen bir sistemi içerimliyordu.”

Bir betimleme aygıtı durumunda olan sayılar ve hesaplar, yeni ve özgül bir yorumlama biçimine yol açıyorlardı. Ama yine de bu sayılar ve hesaplar, kendi başına orada durabilecek bir hakikat türünü temsil ediyorlardı. Aynı anda hem tikel öğeleri betimleyen, hem de dünya hakkındaki sistematik bilgiye dayanaklık eden bu “sayma” biçimi ve yöntemleri modern olgusal gerçeklikler denilen şeyleri oluşturacaklardı. Batılı liberal demokrasilerin bilgi projelerini organize eden şey de bu türlü bir epistemolojik birim olacaktı.

Yirminci yüzyılda bir bulgular endüstrisi ortaya çıktı. Piyasa araştırma şirketleri 1920’lerde anketler yapmaya başladılar ve bunları 1930’larda kamuoyu yoklamalarına doğru genişlettiler. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında, istatistiği ve ekonomiyi yeni yönetim politikalarının düzenlenmesine uygulama amacı güdüldü. 1990’ların sonuyla 2000’lerin başlarında liberal politikacılar arasında popüler olan kanıt-destekli-politika fikri, hükümet programlarının meşrulaştırılması hususunda büyük oranda ekonomiye dayanılmasına tanıklık etti. Bu dönem, post-ideolojik çağ olarak adlandırılıyordu. Yani modern-olgusal-gerçeklikler çağı ya da bulgular çağı… Çünkü istatistikler, anketler gibi teknikler birer soruşturma tekniğidir ve soruşturup bulgularlar. Bu bulgular çeşitli aktörler tarafından çeşitli amaçlar için kullanılır.

Post-truth çağ, modern-olgusal-gerçekliklerin mutabakatını destekleme kabiliyetlerini yitirdikleri bir çağ. William Davis’in tanımlamasıyla, modern-olgusal-gerçeklikler toplumundan, yani bulgular toplumundan “veriler” toplumuna bir kaymanın ortasındayız. Bu geçiş sürecinde kamu hayatında bilginin ve sayıların kesin statüsü etrafında bir karışıklık beliriyor ve bu da hakikatin kendisinin terk edilmekte olduğu duygusunu şiddetlendiriyor. Çünkü bireyler artık salt birer bulgu nesnesi olmanın dışında, muazzam düzeyde verilerin kendilerine de akmakta olduğu bir konumda bulunuyorlar. [1]


[1] Abdurrahman Aydın, Klasik Düşünceden Çağımıza Hakikat Sorunu ve Siyaset.

[2] Yalın Alpay, Yalanın Siyaseti.


 

Yorum bırakın