Yapısalcılık vs. Post-Yapısalcılık

Yapısalcılık, inceleme konusu olarak yapıyı ele almak gerektiğini ileri süren çeşitli bilim dallarındaki ortak görüşün adıdır. Yapısalcılık anlayışı, ilkin XIX. yüzyılın sonlarıyla XX. başlarında idealist bir yapıda ileri sürülen biçimci ruhbilim anlayışıyla ortaya çıkmıştır. Daha sonra Saussure’ün çalışmalarıyla dilbilim alanında gerçekleşmiş ve çeşitli insanbilim dallarına referans olmuştur.  Dilbilimsel yapıcılık, ele aldığı konuyu o konunun bağımlı bulunduğu yapı’yla (dilsel bütün) açıklamaya çalışır. Her dilin bir yapısı vardır ve ancak bu yapıdan yola çıkılarak dilsel öğeler açıklanabilir ve kavranabilirler. [1] Bu görüşü Michel Foucault’un düşün ve bilim tarihine uygulaması özellikle ünlüdür. Bir bilgi “arkeolojisi” yapmak isteyen Foucault, bilgi tarihi içinde birbirine indirgenemeyen bilgisel yapıların (episteme‘lerin) yer aldığını ve bunlar arasında köklü bir kesinti olduğunu söyler. Her çağın belli bir episteme‘si olduğunu, bu yapının ya da zeminin bilgi biçimlerini ve düşünmeyi buyruğu altında tuttuğunu savunur. Bir çağda yazılan ve yayımlanan her şeyin, daha önce söylenen ve düşünülenden bağımsız olarak ele alınması gerektiğini ileri sürdü. Yapısalcılık alanında Lévi-Strauss’un toplumsal olaylara ilişkin açıklamaları, bu akıma hem kaynaklık etti, hem de etkili olmasında büyük rol oynadı. Bu çığır içinde, yapısalcılığı psikanalize uygulayan Jacques Lacan’ı ve Marksçı Louis Althusser’i de saymak gerekir. [5]

Yapısalcılık, atomculuğun aksine, birleştirdiği terimlere örgütlü bir bütünlük içinde bir “konum” değeri veren ilişkileri araştırmaya, bu terimlerin eklemlenmesinin anlamlı kıldığı bütünleri kavramaya dayanır. Yani yapısalcılık iki düşünce içerir: bütünsellik ve karşılıklı bağımlılık. [2] Yapısalcılık, en nihayetinde hiçbir zaman gerçeğin transandantal (deneyüstü) yapısını sorgulamaya girişmemiştir. Bilhassa da Foucault ve onun başlatıcısı olduğu post-yapısal akım sayesinde, aklın temeli, iktidarı ve geleceği hakkındaki tartışmalar güncel felsefenin öncelikli tartışması haline gelmiştir. [3]

Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren gerek yapısalcılar gerekse post-yapısalcılar insanın anlama yetisine çok önemli katkıda bulundular. Özellikle Lévi-Strauss, Lacan, Derrida, Foucault, Deleuze, Lyotard gibi düşünürler büyük yankılar uyandıran yapıtlar ürettiler. Yapısalcılık ile post-yapısalcılık birbirlerinden oldukça ayrı olsalar da -sözgelimi, post-yapısalcılık kuramı yapısal dilbilimi kullanmamaktadır- aralarında kimi benzerlikler de yok değil: her iki yaklaşım da eleştireldir.

İlkin, öznenin eleştirisi‘nin sözü edilebilir. “Özne” terimi oldukça yakın diye görüldüğü “birey” teriminden bambaşka bir şeye karşılık gelir. Rönesans kaynaklı ikinci terim, insanın özgür olduğu, düşünebilen bir eyleyen olması nedeniyle insanın düşünme sürecinin asla baskı altına alınamayacağı varsayımı üstüne kuruludur. Değinilen bu us görüşü Descartes’in felsefesinde açıkça dile getirilir. “Düşünüyorum, demek ki varım” tümcesinden hareketle Descartes “ben”i kendisini tamamıyla bilinçli, dolayısıyla da kendini bilebilir bir konumda varsayar. Burada “ben” özerk olmakla kalmayıp aynı zamanda kendi içinde tutarlı olarak görülür; bu yüzden de bilinçle çatışkı içinde olup da varolan, ben’den ayrı bir başka zihinsel etkinlik alanı daha tasarlanamaz. Önde gelen yapısalcılardan Lévi-Strauss, varlığın merkezi konumundaki insan öznesini “felsefenin şımarık veleti” diye adlandırmıştır. İnsan bilimlerinin değişmez amacının insanı oluşturmak değil, onu çözüştürmek [dissolve] olduğunu ileri sürmüştür. Sonraları bu yapısalcılığın savsözü olmuştur.

Foucault gibi post-yapısalcılar, şimdiye dek insanı anlamamıza yardımcı olmuş kimi kavramları yapısöküme uğratmayı [deconstruct] istemektedirler. “Özne” terimi, hem bir oluşum hem de imlediği -kültürel anlamda özgül, genel anlamda da bilinçdışı- etkinliklerin bir ürünü olarak insan gerçeğini kavramamıza yardım eder. Özne kategorisi bilinçle eşanlamlı olan benlik [self] kavramını yersiz kılarak merkezi konumundan eder. Bunun yanında post-yapısalcılar özneyi de çözüştürmek istemektedirler ancak yapı ile özne birbirlerine bağımlı kategorilerdir. Dengeli bir yapı düşüncesi, gerçekten de kendisinden ayrı sayılması gereken bir özneye bağımlıdır. Bu yüzden, özneye yapılacak ayrı sayılması gereken bir özneye bağımlıdır. Bu yüzden, özneye yapılacak toptan bir saldırının gerçekte baştan aşağı yapıyı da altüst etmek anlamına geleceği görülebilir.

İkincileyin, hem yapısalcılar hem de post-yapısalcılar tarihselciliğin eleştirisi‘ni yapmakta, tarihin içerisinde bir baştan öbür başa belli bir örüntü bulunduğu görüşüne pek sıcak bakmamaktadırlar. Örneğin,  Lévi-Strauss, günümüz toplumunun geçmişteki kültürlerden daha üstün olduğu varsayımına karşı çıkar, Foucault tarih üstüne ilerleme düşüncesine bağlı kalmaksızın yazar ve Derrida tarihte son nokta olamayacağı yönünde görüş bildirir.

Üçüncüleyin, anlamın eleştirisi söz konusudur. Saussure’e göre gösteren [signifier] ile gösterilen  [signified] arasındaki yapısal ilişki dilsel bir gösterge [sign] oluşturur, dil ise bu göstergelerden meydana gelir. Dilsel göstergenin hiçbir yasası yoktur; bu durum dilsel göstergenin bir şeyi, belli bir zorunluluk yoluyla değil uzlaşımla, ortak kullanım yoluyla temsil ettiği anlamına gelir. Ayrıca Saussure  her gösterenin anlamsal değerinin, yalnız dilin yapısı içindeki konumuna bağlı olarak kazanıldığını da vurgulamıştır. Kabaca söylendikte, post-yapısalcılıkta genellikle gösterilenin önemi azaltılarak gösteren başat kılınır. Bu da önermeler ile gerçeklik arasında kesinlikle birebir karşılama [correspondence] ilişkisi olmadığı anlamına gelir.

Yapısalcılık ile post-yapısalcılığın birtakım  ayırtedici özelliklerinden de söz edilebilir. Yapısalcılık, doğruluğu metnin “arkasında” ya da “içinde” görürken, post-yapısalcılık okuyucu ile metnin karşılıklı etkileşimini üretkenlik olarak görmektedir. Başka bir deyişle, ele alınan ürünün edilgen bir tüketim olarak düşünülen okuma edimi değergesini [status] yitirmiş, bunu yerine okurun performansı geçmiştir. Bu nedenle post-yapısalcılık (Saussurecü görüş) son derece eleştirel yaklaşmaktadır. Yeni yaklaşım gösterilenden gösterene doğru bir yer değiştirmeyi gerekli kılmaktadır: değergesi ile erekliliğini [finality] yitirmiş olduğundan, doğruluğa giden yol bundan böyle ister istemez dikenli olacaktır. Post-yapısalcılar klasik Descartesçı bölünmez özne anlayışına yönelik de eleştirilerde bulunmuşlardır -bu anlayışa göre, özne/yazar, bilinci açığa çıkardığı gibi anlam ile doğruluğun da yetkesi konumundadır. İnsan öznesinin birörnek [unified] bir bilinç taşımadığı, dil yoluyla yapılandığı savunulmaktadır. Özetle post-yapısalcılık bir metafizik eleştirisi, yani nedensellik, özdeşlik, özne ve doğruluk kavramlarının eleştirisi olarak karşımıza çıkmaktadır. [4]


[1] Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü.

[2] Gerard Bensussan & Georges Labica, Marksizm Sözlüğü.

[3] Christian Delacampagne, 20. Yüzyıl Felsefe Tarihi.

[4] Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm.

[5] Selahattin Hilav, Felsefe El Kitabı.


 

Yorum bırakın