Ekonomik Öğretiler

Ekonomik doktrinlerin tarihsel serüveninde ilkin antik çağın büyük düşünürü Aristoteles’i buluyoruz. Aristoteles, her malın iki değeri bulunduğunu görmüş ve kullanma (istimal) değeriyle değiştirme (mübadele) değerini birbirinden ayırmıştır. Bundan başka, faizin, parayı, değiştirmeyi kolaylaştırma görevinden ayırarak, üretici (kapital, sermaye)  kıldığını da sezmiştir. Bu bakımdan faizin yasaklanmasını öğütlemektedir. Kazanç için yapılan ticareti de doğaya aykırı bulmakta, erdemsizlik saymaktadır. Fiyat, doğru olmalıdır, der. Doğru fiyat (juste prix), değiştirilen malların ve hizmetlerin eşit değerde olmasıdır. Özgür vatandaşları kaba işlerde çalışmaktan kurtaran köleliği gerekli bulur ve köleyi canlı bir makine sayar. Görüldüğü gibi Aristoteles, çok önemli birkaç buluşla konuya girmektedir.

Buna karşı, Yunan uygarlığını kovalayan Roma uygarlığında en küçük bir ekonomik seziş yoktur. Sadece Cato ve Varro gibi birkaç yazar, tarım tekniği üstünde düşünmüşlerdir. Orta çağ’da ekonomiye din açısından bakılmıştır. Bu çağda da amaç, kurulu düzenin titizlikle korunmasıdır. Karşımıza, Aristoteles’ten sonra ekonomiye eğilen ikinci yazar olarak Aquinolu Thomas (1225-1274) çıkmaktadır. Thomas, dinle dünyayı uzlaştırma çabası içinde, birçok çelişmelere düşmüştür. Örneğin, bütün insanların eşitliğini savunduğu halde, -ki Hristiyanlık açısından bunu savunmak zorundadır- köleliği zorunlu ve yararlı bulur. Mal edinmeyi uygun görür, ama sınırlamaya kalkar, mal edinme (mülkiyet) kişilerin sosyal durumunu koruyacak kadar olmalıdır, der. Burada, kurulu düzenin korunması pahasına, ayrıca, Hristiyanlıkla da çelişmeye düşmektedir. Bilindiği gibi Hristiyanlık mal edinmeye karşıdır. Thomas’nın ekonomik düşünceye getirdiği tek yenilik, narh statüsüdür, bir şeyi gerçek değerinden pahalıya satmayı ya da ucuza almayı yasaklamaktadır.

Bununla beraber orta çağ, iki önemli düşünürüyle, ekonomik düşünceye yeni güçler katmıştır. Bu düşünürlerden biri Buridanus, öteki Oresmius’tur. Jean Buridanus (1300-1358), değerin, bir malı değiştiren bir insanın kişisel ihtiyacından değil, değiştirme zorunluluğunda bulunan bütün insanların ortak ihtiyaçlarından doğduğunu sezmiştir. Bundan başka paranın cevher değeriyle değiştirme değerini (kur) ustaca ayırarak paranın değiştirme değerinin devletçe onanacağını ileri sürmektedir. Nicolaus Oresmius (1323-1382) da para konusunda başlı başına bir deneme yazmakla ekonomiyi, ilk kez, dinden ayırmış ve bağımsızlığa kavuşturmuştur.

Kronolojik sırada İslam düşüncesi, ekonomik alanda Aristotelesçiliği sürdürmektedir. Kurulu feodal düzenin titizlikle korunması söz konusudur. Sadaka ve zekat yasaları, varlıklıyla yoksul ayrılığını onaylamaktadır. Bununla beraber çok önemli bir İslam düşünürü, İbn-i Haldun (1332-1406), ekonomik alana yeni düşünceler katmıştır. İbn-i Haldun, kaderciliğe karşıdır. Tarihsel olaylarda doğa ve insanın etkisini sezmiş, tarihsel zorunluluğu görmüştür. Liberaldir, devletin ekonomik alana karışmasını yasaklar. Devletin bu alana el atmasının ticaret düşünce ve girişkenliğini baltalayacağı kanısındadır. Bu baltalamanın, dolayısıyla amme ekonomisini de sarsacağını ileri sürer. Bundan başka, memur maaşlarının indirilmesinin satın alma gücünü azaltacağını ileri sürmekle çağdaş satın alma kuramına öncülük etmektedir. Ekonomi tarihinde İbn-i Haldun’u ilk liberal saymak doğru olur.

Buna karşı, bir din devrimcisi sayılan Luther, bir hayli gerici bir yüzle karşımıza çıkmaktadır. Sosyal eşitsizlik düzeninin Tanrı işi olduğunu ve bu yüzden de olduğu gibi korunması gerektiğini savunmaktadır. İlk kapitalist Calvin de bu çağda (reformation çağı) karşımıza çıkıyor. Calvin, ilk kez, kapitalist bir anlayışı kuramsal olarak savunmakla önem kazanmaktadır. Ayrıca Calvin’de, ilk kez insan emeğinin ekonomik bir değer olarak belirmeye başladığını görüyoruz. Emek, Tanrısal bir buyruktur. Calvin, yepyeni görüşler getiriyor: Uluslararası ticaret yararlıdır, genel yoksulluğu azaltır. Üretim için alınacak kredide faiz gereklidir ve dinsel yasalara aykırı değildir. İlk merkantilist (devletçi ve himayeci) düşünceye de bu çağda rastlıyoruz.

Montesquieu’nun öncüsü sayılan J. Bodin (1530-1596), hammaddelerin çıkışıyla yapılmış maddelerin girişini ağır gümrük resmine, bunun tersini de hafif gümrük resmine bağlamak gerektiğini ileri sürüyor. Bundan başka, Bodin, tarihte ilk kez köleliğin kaldırılmasını savunmaktadır. Ayrıca, para miktarıyla fiyat arasındaki kökten ilişkiyi (çağdaş théorie quantitative) de sezmiştir. Bodin, ekonomik olayları dogmatik açıdan değiş, deneysel açıdan değerlendirmektedir ki, bu davranış ekonomi biliminin gelişmesinde çok büyük bir adımdır. Yeni zamanlarda da kurulu düzenin korunması yolundaki titizlik devam etmektedir. Ancak, bu çağda ekonomik düşünce, felsefe (erdem ve töre) ve din etkilerinden kurtularak ulusal ve siyasal etkiler altına girmiştir. İlk merkantilist düşünceyi ortaya atmış bulunan Bodin’i merkantilist yazarlar kovalamaktadır.

Bunların arasında Antonie de Montchrétien (1576-1621) ilk kez ulusalcı ekonominin önemi üstünde durmuştur. Çok önemli bir görüş getiriyor: Ekonomik bağlılık siyasal bağlılığı gerektirir. Montchrétien ayrıca insan emeğiyle iş bölümünün önemi üstünde de durmuş, bu yüzden, dış ticarette sıkı himayeciliği savunurken, iç ticarette tam anlamıyla tam bir serbestliği önermiştir. Gene bu yüzden, tembellerin iş evlerinde zorla çalıştırılmaları gerektiğini savunmuştur. İlk fizyokrat seziyle de bu çağda karşılaşmaktayız. IV. Henri’nin bakanlarından Sully (1559-1640), ticaret ve sanayi öngören merkantilist bir düzen içinde, ilk kez, şu düşünceyi ileri sürüyor: Toprağı sürmek ve hayvan beslemek Fransa’nın iki memesidir. XIV. Louis’nin bakanlarından “büyük” adıyla anılan Colbert (1619-1683), ekonomi alanına çok önemli bir düşünce getiriyor: Ulus, ekonomik bir örgüttür. Colbert’e göre, iç pazar kurulmalı ve iç gümrükler kaldırılarak dış ticaret gümrükleri konulmalıdır. Devlet sanayii kurmalı, kredi ve vergi kolaylıkları sağlanmalıdır. Colbert, sorumlu bir bakan olarak, bütün bu düşüncelerini gerçekleştirerek Fransa’yı kalkındırmıştır.

Fizyokrat (doğa gücü) düşünce, sanayiye verilen bu büyük önemin tepkisi olarak doğacaktır. Örneğin, İtalyan merkantilisti papaz Galiani (1728-1787) şöyle demektedir: Önemli olan sanayidir. Buğday ucuz olmalıdır ki, manüfaktür sanayi gelişebilsin. Bu arada, Platon ve Thomas Morus’nün yollarını kovalayan, katıksız devletçi olmak bakımından merkantilist sayılabilecek bir büyük ütopyacı yetişiyor: Tommaso Campanella (1567- 1639). Parasız, ticaretsiz, eşit yurttaşların örgütlediği bir devlet düşlüyor. Ekonomik eşitlik (özgürlük) henüz ütopya alanındadır. Tarihte ilk kez Napoli’de bağımsız bir ekonomi kürsüsü kuruluyor, ilk ekonomi profesörü de Genovesi (1712-1769)’dir. Genovesi, bir de yeni düşünce getiriyor: Altın ve gümüş, değerlerini, para olarak kullanılmalarından alırlar… Koyu merkantilist düzen, bir yandan fizyokrat tepkiyi hazırlarken, öbür yandan da liberal tepkiyi kotarmaktadır.

İngiliz merkantilisti Dudley North (1641-1691), uluslararası ticaret serbestliğini savunmak ve gümrük yasalarına karşı çıkmakla liberalizme öncülük etmektedir. İtalyan merkantilisti Ortes (1713-1791), Malthus’ten önce, nüfusun artma eğiliminde olduğunu ve buna karşı ulusal gelirin artmadığını savunmuştur. Ulusal ekonomi deyimini ilk kez kullanan yazar Ortes’tir. Bullionizm adıyla anılan İspanyol merkantilizmi ulusal zenginliği değerli maden stoklarının artmasında görmüştür. Bu yüzden, değerli madenlerin yurt dışına çıkması yasaklanmıştır. Oysa, bu maden stokları, geldikleri yoldan dışarıya çıkmakta gecikmemişlerdir. İngiliz merkantilisti Thomas Mun (1641-1671) da ticaret dengesi sağlamak için ithalatın azaltılıp ihracatın çoğaltılmasını, yiyecek maddeleri üretiminin artırılmasını öngörmektedir.

Yüzyıl arayla yetişen iki İngiliz filozofu, Locke ve Hume, ekonomi alanına değerli görüşler getirmişlerdir. John Locke (1632-1704), malların yüzde doksan dokuzunun değerinin insan emeğinden doğduğunu ileri sürmekle değer kuramının öncüsüdür. David Hume (1716-1776) da, enflasyonun etkilerini incelerken gene fiyat yükselişinin çeşitli mallarda farklı hız ve oranda belirdiğini yakalamakla ekonomik devre kuramının temelini atmaktadır.

Kameralist (hazineci) adıyla anılan Alman merkantilistleri de devlet kasasına, yapabildikleri kadar çok, gelir sağlama yolundadırlar. Stokçuluğu öngören Hornigk (1638-1712), devletin çıkarı halkın çıkarıdır, diyen Schröder (1640-1688), ulusal zenginliği altın stoklarından ibaret bulan Sechendorff (1626-1692) bunların en önemlileridir. Merkantilist yazarlardan, parayı altın ve gümüşten kurtararak toprak karşılığına dayamak isteyen John Law (1671-1729), ulusal zenginliğin kaynağını tarımda bularak fizyokrat düşünceyi hazırlayan R. Cantillon (1680-1734), fiyat hareketlerini tümüyle arz ve talep karşılaşmasına bağlamak isteyen James Steuart (1712-1780), parayla para maddesini birbirinden ayırarak para değerini yasa gücünde bulan Nicholas Barbon (1640-1698), istatistik biliminin kurucusu William Petty (1623-1678) ekonomik düşüncenin gelişmesine yardımcı olmuş kişilerdir.

Ekonomi dünyasını XVI., XVII. ve XVIII. yüzyıllarda yöneten merkantilizm, devlet sosyalizminin öncüsüdür. Merkantilist yazarların ortak düşünceleri devletçilik, ulusal ekonomiyi koruyuculuk ve sanayicilik sorunlarında toplanır. Enflasyoncu bir düşünceyle ulusal zenginliği (milli servet), devlet kasasındaki altın ve gümüş stokunun çoğalmasında bulmuşlar; altın ve gümüşü yurt içinde tutmak için giriş kolaylıkları ve çıkış zorlukları koymuşlardır. Zengin madenleri ele geçirmek yolundaki sömürgecilik de bu düşüncenin zorunlu sonucu olmuştur. Yurt sanayii ve ticaretini içte ve dışta koruyuculuk (himaye), merkantilizmin başlıca özelliğidir. Örneğin, ölülerin yünlü kumaşla kefenlenerek gömülmelerini zorunlu kılan yasalar yapılmış, çeşitli gümrük statüleri uygulanmıştır. İnsan sayısı çok olan memleketlerin insan sayısı az olan memleketlere üstün olacağı düşüncesi de çocuk düşürmeyi yasaklamak, evlenmeyi ve çok çocuk yapmayı zorlamak, göçmen getirmeyi kolaylaştırmak ve dışarıya çıkışları zorlaştırmak sonucunu doğurmuştur.

Ülke sınırları içinde kapalı ve kendi yağıyla kavrulan (otarşik) bir ekonomi düşüncesi, merkantilist görüşün ürünüdür. 1914-1918 I. Dünya Savaşı’ndan sonra birçok ülkeler yeniden merkantilizme döneceklerdir (neo-merkantilizm).

Sanayi ve ticarete önem veren merkantilizm, Fransız tarımını yok etmek üzeredir. Kronolojik sıra, bu durumun tepkisi olarak fizyokrasinin kurucusu Dr. François Quesnay’i (1694-1774) karşımıza çıkarmaktadır. Fizyokrasi, bir yandan aşırı sanayiciliğe karşı tarımın önemini belirtirken öbür yandan aşırı yasakçılığa karşı tam serbestliği savunmuştur: Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler (laissez faire, laissez passer). Yunanca kökünde doğa gücü anlamına gelen fizyokrasi, evrende bir doğal düzenin (ordre naturel) varlığı düşüncesi üstünde oturmaktadır. Doğal düzen, doğal yasalarla kurulmaktadır. Ekonomi de bu yasalara bağlıdır. Fizyokrasi, XVI. yüzyıldan veri ortaya atılmış bulunan doğal hukuk (droit naturel) sistemi içindedir. Ancak, sosyal eşitsizliği yararlı ve gerekli, mülkiyet hakkının titizlikle korunması gereken en güçlü bir hak saymakla çelişkiye yönelmiştir. Bununla beraber, ekonomik yaşamı bir bütün olarak ele alan ilk bilimsel çalışma, fizyokrasi çalışmasıdır. Fizyokrat düşünce şöyle özetlenebilir:

  1. Tek üretici güç toprak, tek üretici sınıf çiftçi sınıfıdır. Sadece topraktır ki yatırımını aşabilen ürün verir. Ulusal zenginliğin temeli, toprağın verdiği bu artıkdeğer (kıymet fazlası)’dır. Toprak dışı emek, sanayi ve ticaret, toprak ürünlerine sadece biçim değiştirtir, yeni ve artık bir değer eklemez. Biçim değiştirtmek (fizyokratların deyimince, toplamak), çoğaltmaz (fizyokratların deyimince, çarpmaz). Toprak dışı bütün emekler, ancak, hammaddenin değerine emekçinin yaşaması için gerekli toprak ürünlerinin değerini ekler: Buysa, bir çoğalma, yeni bir değer elde etme değildir. Bu ekleme değer, doğal düzen gereği, yeniden toprağa dönmek zorundadır.
  2. Ekonomik alanı doğal yasalar yönetir. Topraktan çıkan artıkdeğer, zorunlu olarak, gene toprağa dönecektir. Üretici sınıfın, örneğin beş milyar lira ürettiği düşünülse bu beş milyarın iki milyarı tohum, gübre, çiftçinin ve hayvanların beslenmesi karşılığı olarak üretici sınıfın (çiftçinin) elinde kalacaktır. Geriye kalan üç milyarı sanayi ürünleri satmak için kısır sınıfa (sanayi ve ticaret işçileri, sermayedarlar, memurlar, serbest meslekçiler), iki milyarı da mülkiyet hakkı olarak toprak sahipleri sınıfına verilir. Toprak sahipleri sınıfı eline geçen bu iki milyardan bir milyarını beslemek için gerekli toprak ürünlerini satın almak üzere gene üretici sınıfa, bir milyarını da gerekli sanayi ürünlerini satın almak üzere kısır sınıfa verir. Kısır sınıf; bir milyarı üretici sınıftan, bir milyarı toprak sahipleri sınıfından gelerek eline geçen iki milyarın bir milyarını beslenme, bir milyarını da hammadde için gene üretici sınıfına verir. Böylece, topraktan çıkan beş milyar gene toprağa dönmüş olmaktadır (ekonomik hareketin cyclique karakteri).
  3. Toplumda üç sınıf vardır: Üretici sınıf, toprak sahipleri sınıfı, kısır sınıf… Topraktan elde edilen artıkdeğer, topraklarını tarımın emrine vererek ilk avansı yapmış olan toprak sahiplerinin hakkıdır. Bu hak, tarıma elverişli bir toprak hazırlamak için birtakım masrafların yapılmakta olduğu düşüncesine dayanır. Bununla beraber, bu hak da yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi zorunlu olarak gene toprağa dönecektir. Kısır sınıfın yaptığı dış ticaret, kaçınılmaz bir kötülüktür. Bir memleket kendi topraklarında yetiştirmediği bir ürünü başka bir memleketten almak zorundadır. Bununla beraber, dış ticaret bir memleketi zenginleştirmez, tersine yoksullaştırır. İç ticaret ve iç pazarlar çoğaldıkça dış ticaret azalır ki amaç da budur. Kişilere özel çıkarlarını gütmeleri imkanını sağlamak yeter, karışmak gerekmez (doğal düzen düşüncesinin zorladığı liberalizm).

Fizyokrasi, başta Mably olmak üzere, birçok yazarlarca eleştirilip bir hayli hırpalanacaktır. Kaldı ki, XVIII. yüzyılın sonlarına doğru büyük kapitalizm doğmakta, uluslararası geniş bir sanayileşme tarım alanını silip süpürmektedir. Kumaş fabrikalarına yapağı yetiştirebilmek için çiftçiler tarlalarından atılmakta, tarlalar ortaklaştırılmaktadır. Uluslararası sanayinin kaçınılmaz gereği olan emperyalizm gücünü duyurmaya başlamıştır.

Din (Calvinizm ve püritanizm), kapitalist düşünceyi desteklemektedir. Kapitalizm, bir yandan büyük zenginlikler sağlayarak genel yaşama çizgisini yükseltirken, öbür yandan sosyal eşitsizliği artırmaktadır. Tam bu sırada karşımıza İskoçyalı Adam Smith (1723-1790) çıkıyor. Klasik okulun kurucusu olan bu büyük İskoçyalı, liberal ve anamalcıdır. Ulusal zenginliğin tek kaynağı olarak, fizyokratların toprak’ına karşı insan emeği’ni çıkarıyor. Öyleyse sadece çiftçiler değil, bütün çalışanlar üreticidirler. Çalışanlar arasında sıkı bir işbirliği bağlantısı vardır. Bu işbirliği (coopération) sosyal işbölümünün sonucudur. İşbölümü, emeğin ürününü arttırır. Adam Smith, bunu iyice belirtebilmek için bir iğne fabrikası örneği veriyor. İğne fabrikasında her işçi, bir iğnenin meydana gelmesi için gerekli on sekiz işten birini  yapmaktadır. Eskiden tek başına iğne yapan işçi, şimdi on sekize bölünmüş, parçalanmış, önemsizleşmiştir. Uzmanlığı yokolmuştur, yaptığı o on sekiz işten birini artık kim olsa yapabilir. İşbölümü zaman kazandırıyor ama, işçinin kişiliğini de yok ediyor. Eskiden tek başına herhangi bir şeyi yapabilen sanatçı işçi, artık kocaman bir makinenin küçük bir vidası kadar önemsizleşmiştir. Smith, ekonomi alanına, çok önemli bir düşünce getiriyor: Değeri yaratan, emektir… Smith, işçinin, ilkel ekonomi çağında emeğinin tam karşılığını aldığını, şimdiyse bunu alamadığını söylemektedir. Eskiden, işçi ya da çiftçi, emeğiyle ürettiği bütün ürünlerin tek sahibiydi. Şimdiyse, sermayenin yardımı olmaksızın üretmesi mümkün bulunmadığından, elde ettiği ürünün bir kısmını sermayeye bırakmak zorundadır. Bununla beraber Smith, bu durumu, tüzeye ve töreye (adalet ve ahlâk) aykırı buluyor.

Smith’e göre üç türlü fiyat vardır: Gerçek (Réelle), doğal (naturelle) ve piyasa (courant) fiyatları… Gerçek ve doğal fiyatlar, yerine göre ad alan aynı özü taşırlar ve piyasa fiyatını doğururlar. Piyasa fiyatı, arz ve talebin karşılaşmasıyla belirir. Smith, ilk kez, sermayeyi durgun ve değişir (sabit ve mütehavvil) olmak üzere ikiye ayırmakta ve aralarındaki farkı göstermektedir. Makineler, avadanlıklar, isletme yapıları ve çeşitli bilgiler durgun sermaye; ham ve yapılmış maddelerle para değişir sermayedir. Kazanç, müteşebbisin kârıyla sermayenin faizidir. Smith’e göre zenginleşmiş memleketlerde kazanç azalır, işçi ücretleri yükselir. Bundan başka, işçi ücreti en az geçim çizgisiyle sınırlanır ve bunun altına düşemez. Üç türlü gelir vardır: Kâr, rant, ücret… Bütün öteki gelirler bu üç gelirin değişik görünüşler; bölünmesinden başka bir şey değildirler. Üretimde bir denge eğilimi vardır, bu dengeyi sağlayan, kazançtır. Sermaye ve işgücü, kazanç getirmeyen alandan kaçar ve denge böylelikle sağlanmış olur.

Adam Smith, nüfus sorunlarında da yeni görüşleri ilerisürmektedir: Nüfus azsa, piyasaya, işçi arzı da azdır. O zaman işçi ücretleri yükselir, bu da doğumları artırır. Nüfus çoksa bu olayın tersi gerçekleşir. Smith, para konusunda da bu dengenin sözünü etmektedir. Ona göre para da bir maldır ve mal değiştirme (emtia tedavülü) yasaları para alanında da geçerlidir. Devlet, ekonomik alana karışmamak, kişisel çıkarları serbest bırakmalıdır. Devletin bu konudaki tek görevi, mülkiyeti savunmaktır. Kapitalistler işçilere insanca davranmalı, onlara iyi ücretler vermelidirler. Ulusların zenginliği böylelikle gerçekleşebilir. Adam Smith, Ulusların Zenginliği (The Wealth of Nations) adlı ünlü yapıtının ikinci bölümünü şu sözlerle bitirmektedir: Üretim ve yoğaltım denkleşmesi, bir ulusun sürekli olarak yararına, ticâret denkleşmesiyse sürekli olarak zararına bulunabilir. Bir ulus, üst üste belki yarım yüzyıl ihraç ettiğinden çok değerde ithalde bulunabilir. Bütün bu süre içinde giren altınla gümüş oradan bir çırpıda, olduğu gibi dışarıya gönderilebilir. Yerine, türlü kâğıt para geçtiği için, memleketin elden ele dolaşan parası gitgide tükenebilir. Hattâ alışveriş ettiği uluslara karşı yüklenmiş olduğu borçlar boyuna artabilir. Gene de gerçek zenginliği, toprağıyla emeğinin yıllık hasılasının değişebilir değeri, aynı süre içinde pekâlâ artabilir. Şu son patırtıların başlamasından önce (1775) Kuzey Amerika’daki sömürgelerimizin durumu ve bunların memleketimizle (İngiltere) yaptıkları ticâret, bunun hiç de imkânsız bir şey olmadığını göstermektedir.

Adam Smith, görüldüğü gibi, katıksız bir liberal, sermayeci, sömürgecidir. Yukarıda sayılan bütün dengeleri ekonomi alanındaki tam serbestliğin sağlayacağına inanır. İleride, sosyalistler, hem onun değerli görüşlerinden yararlanacaklar, hem de onu kıyasıya eleştireceklerdir. Daha şimdiden, birçok konularda çelişmeye düşmekle; değeri yaratan emektir, dediği halde sonradan değer yaratıcıları arasına toprak ve sermayeyi de katmakla, kullanma değeriyle değiştirme değeri arasındaki kökten ilişkiyi görememekle, emeğin ürününü sermayeyle paylaşmasını erdeme aykırı bulduğu halde sonradan sermayenin emeğin verimini arttırdığını ilerisürmekle, rant konusunda gereken açıklığı bulamamakla, müteşebbisle sermayeciye ve kârla faizi birbirine karıştırmakla suçlanmaktadır.

Klasik okulun ikinci ünlü yazarı, başka bir İngiliz liberali Malthus (1766-1836), insan sayısının her yirmi beş yılda iki katına ulaşacağı, yiyecek maddelerininse bu oranda artmayacağı kanısındadır. İnsan artışını yoksulluk ve töresel bozukluklar engellemeseydi insanlar açlıktan kırılırlardı, der. Töresel bozukluklar (çocuk düşürmeler, öldürmeler ve benzerleri), yoksulluk yüzünden meydana gelirler. Malthus, liberal olduğu için doğum kontrolü ve benzerleri konusunda yasaklar konmasını istemez, bu gerekleri insanların kendiliklerinden görüp akıllarını başlarına toplamalarını öğütler. Malthus’ün ana düşüncesi, azalan verim yasasıyla ilgilidir. Belli bir toprak parçası, harcanan her emeğe karşı verimini aynı oranda artırmaz. Örneğin, bir işçi, belli bir toprakta yüz verim elde ediyorsa, iki işçi iki yüz verim elde etmez, yüz yetmiş verim elde eder. Artarmış gibi görünen verim, gerçekte azalır. Papaz Malthus bu yasaya inanıyor, bu yüzden savaşları, hastalıkları, ölümleri, insan sayısının azalan verimle dengede tutmak için Tanrı’nın lütfettiğini söylüyor ve bundan ötürü de Tanrı’ya şükranlarını sunuyor.

Fizyokratların bırakınız yapsınlar formülü yerine papaz Malthus’ün önerisi şu: Bırakınız ölsünler… Klasik okul adı altında toplanan liberal kapitalistlcrin en ünlü kuramcısı David Ricardo’dur (1772-1823). Nasıl İtalyan merkantilisti Ortes’in sezdiği insan çoğalışıyIa toprak ürünleri çoğalışı arasındaki oransızlığı Malthus işlediyse Bodin’in XVI. yüzyılda sezdiği para miktarıyla fiyat arasındaki kökten ilişkiyi de Ricardo gün ışığına çıkarıyor: Kâğıt paradaki değer düşüklüğü, kâğıt para miktarının çoğalmasıyla orantılıdır (enflasyon). Buna karşı, yeni bir altın mâdeninin bulunması altını çoğaltarak altının değerini düşürür ve böylelikle mal fiyatlarını yükseltir. Öyleyse paranın değeri, para miktarıyla belirlenir (miktar kuramı, théorie quantitative), Ricardo, buna, çok ilgi çekici bir düşünce de ekliyor: Piyasadaki parayla piyasadaki malların birbirlerine tam uygun bulundukları ideal bir durumda değerli mâdenlerin değiştirme değerleri bunları çıkarmak için harcanan emeğin değerine eşittir. Örneğin, böyle bir durumda, gümüşün gramı beş lira ederken, altının gramı on lira ediyorsa, altını çıkarmak (istihsal etmek) için gümüşe harcanan emeğin iki katı harcanıyor demektir. Ricardo’ya göre, böyle ideal bir durumda, paranın değeri bile emeğin tam karşılığı olmaktadır. Değeri yaratan, emektir (XVII. yüzyılda John Locke’un bu sonuca pek yaklaştığı hatırlardadır). Ricardo’ya göre, uluslararası ticâret, piyasasının gerektirdiği para miktarını otomatik olarak dengeler. Ancak bunun için, paranın ya değerli mâden, ya da değerli mâden karşılığı kâğıt olması ve dış ticâret fiyatlarının tam bir serbestlik içinde belirmesi gerekir. Böyle bir durumda ne enflasyon olur, ne de deflasyon. Karşılıksız kâğıt paraysa önemlidir ama, her bakımdan da tehlikelidir. Para çıkarmak, bir devlet bankasının işi olmalıdır (liberal Ricardo’nun kural dışı tek önerisi budur). Banka, karşılık miktarınca kâğıt para çıkarabilir. Ancak bu karşılık da değerli külçeler halinde olmalıdır ki halk ikide bir kâğıt parasının altın ya da gümüşle değiştirilmesini isteyemesin, bundan sadece büyük tüccarlar -ticaret dengesini düzeltmek- için yararlanabilsin.

Ricardo, değişmez bir değer ölçüsünün bulunamayacağı kanısındadır. Değeri yaratan emektir, sermaye de değer yaratır ama, sermaye, birikmiş bir emekten başka bir şey değildir (Ricardo’nun, önce aynı sonuca vardığı halde sonradan vazgeçen A. Smith’e göre, büyük başarısı bu düşüncededir; Smith, sermayenin birikmiş emek olduğunu sezememişti). Bu kural, yeniden üretilebilen mallar için doğrudur, diyor Ricardo. Sanat ürünleri, antika eşya, eskitilmiş şarap gibi bir daha üretilemeyecek malların değerini nedret yasası düzenler. Her malın tek fiyatı vardır, bu tek fiyat da o malın en kötü ortamda üretilmesi için gerekli emeğin karşılığıdır (çünkü en kötü ortamdaki emeğin değeri karşılanamazsa  o mal bir daha üretilmeyecektir). Rant, fiyatı belirlemez. Çünkü rant, salt bir değer değildir (Anderson ve Malthus gibi yazarlar rantın, doğanın verim gücüyle belirlenen salt bir değer olduğunu söylemişlerdi). Rantı ancak yüksek verimli topraklar elde edebilir, çünkü rant bu verim farkından doğan görece (izafi, tefazuli) bir değerdir. Piyasaya yakın olmak, daha verimli bulunmak gibi avantajlardan yararlanan işletmelerin maliyet fiyatı, kötü durumdaki işletmelerin maliyet fiyatından, elbette daha düşük olacaktır.

Oysa. her malın tek fiyatı vardır ve piyasa fiyatı, en kötü durumdaki emeğin fiyatıdır. İyi işletme, piyasa fiyatıyla kendi maliyeti arasındaki farktan yararlanacaktır ki işte bu fark tanıtır (rant kuramı da Ricardo’nun büyük başarılarından biridir). Ricardo, sermayeciye pek önem verdiği ve onu ekonomik yaşamın yöneticisi saydığı halde toprak sahiplerini toplumun parazitleri olarak adlandırmaktadır. Bu parazitlerle burjuva sınıfı arasındaki büyük çatışmayı da açıkça ortaya koyuyor: Endüstrinin gelişmesi şehirleri genişletir ve besin ürünleri gereğini arttırır. Bu yüzden, besin ürünlerinin fiyatlarıyla toprak kirası sürekli olarak artar. Sonundaysa kapitalin ve işçi gelirinin (kâr ve ücret) büyük bir parçası toprak sahiplerinin cebine girer, hem de sadece topraklarını kiraya vermek zahmetine katlanıp en küçük bir iş görmedikleri halde… Besin ürünlerinin fiyatları artarsa işçi ücretlerinin artması zorunlu olur, çünkü işçi ücretleri en az geçim çizgisinin altına düşemez. İşçi yaşayabilmeli ki çalışabilsin. İşçi ücretlerinin artmasıysa anamalcının kazancının azalması demektir, çünkü işçi ücretleriyle anamalcı kazancı ters orantılıdır. Öyleyse sanâyiin gelişmesi, kapitalistlerin değil, parazit toprak sahiplerinin cebini dolduruyor demektir. İşte 1789 Fransız burjuva devrimini gerektiren neden de budur.

Görüldüğü gibi, David Ricardo, düştüğü yanılgılara rağmen çok büyük bir ekonomi. kuramcısıdır. Kapitalizmin bütün sırlarını çözen ve ekonomik gerçeği açık seçik gözler önüne seren Karl Marx için felsefede Hegel neyse, ekonomide de Ricardo odur.  Birçokları Ricardo gibi dâhi bir doktrincinin üniversite kürsülerinden gelmemiş olmasına şaşarlar (borsacı ve işadamıydı). İşçi ücretiyle kapitalist kârının ters orantılı olduğunu (eşdeyişle, birinin çoğalması için ötekinin. mutlaka azalması gerektiğini) kavramış bulunun Ricardo’ya göre ücret, işgücünün yeniden kazanılması için harcanması gereken insan emeğinin tam karşılığıdır. Böyle olunca da ücret, besin ürünleri fiyatlarına bağlıdır. Yukarıda anlatılan sermaye kazancının çoğalmasını değil, tersine, azalmasını gerektirir. Bu gelişme, sonunda kazancı sıfıra indirecekıir. Kazancın sıfıra inmesi de şu sonuçları doğurur: Sermaye birikimi ortadan kalkar, nüfus çoğalması durur, tarım yeni topraklara yayılmaz, toplum yerinde saymaya başlar (etat stationnaire). Ricardo’nun bu düşünceleri, ileride, tam ters bir açıdan, ama bilimsel temellerine oturmuş olarak yeniden karşımıza çıkacaklardır. Burada, bir zamanlar ekonomi dünyasını bir hayli uğraştıran pek ilginç bir tartışmayı da belirtmemiz gerekir: Geleceğin neo-merkantilistleri klasik okulun İngiltere’nın dünya egemenliğini sağlamak için kasıtlı olarak yanlış kuramlar kurduklarını ilerisürmüşler, geleceğin neo-klasikleri de neo-merkantilistleri Almanya’nın dünya diktatörlüğünü hazırlamakla suçlamışlardır. Bir bakıma, yukarda sayılan klasik okul kurucularının tümü (Smith, Malthus, Ricardo) İngiliz, neo-merkantilistlerin tümü Almandır. Ancak, anlatmak üzere bulunduğumuz bir de Fransız klasiği vardır ki, bu açıdan, durumu bir hayli zorlaşmaktadır. Bu klasik, Jean Baptiste Say’dır (1767-1832). Say, koyu bir devletçilik düşmanı, aşırı bir serbestçilik dostudur. Ona göre arzın tümü, talebin tümüne eşittir. Öyleyse, ekonomik çöküntüyü gerektirecek bir üretim çoğalışı (surprodüction) söz konusu olamaz. Olsa olsa, herhangi bir malın satışında gevşeklik olabilir ki bu da piyasanın tam serbestliği halinde hemen dengesini bulur. Çünkü, her mal, karşılığı olan. bir malla değiştirilmek için üretilir. Her üretim, bir başka üretimin hem nedeni, hem sonucudur, Daha açık bir deyişle, karşılığı üretilmeyen mal, esasen üretilemez, bu yüzden de üretim çokluğu olayı imkânsız bir kurumudur. Say’ın getirdiği bir başka yenilik de, Adam Smith’in birbirine karıştırdığı sermaye geliri faizle müteşebbis geliri kârı kesinlikle ayırmasıdır. Bu Fransız klasiğini, hemen ardından, gene bir İngiliz klasiği izliyor.

John Stuart Mill (1806-1873), kendinden sonrakileri felsefe açısından da etkileyen (örneğin, pragmatisme) önemli bir düşünürdür. Mill, gelirlerin bölüşümünü kıyasıya eleştirmiş. miras hakkının kaldırılmasını önermiştir. Ancak, insan eşitliğinin miras kurumunun kaldırılmasıyla hemen gerçekleşivereceğini sanmaktadır. Bundan başka Mill, üretim kooperatifleri kurulmasını önermekle. toprak rantının devletleştirilmesini (socialisation) savunmakta, hiç değilse yüksek bir toprak vergisi alarak rantın ortadan kaldırılmasını istemektedir. Bu pek ileri düşüncelerini, tam bir serbestlik düşünceleriyle nasıl bağdaştıdrığı ilk bakışta yadırganabilir. Burada, Mill’in felsefeci kişiliği işe karışmaktadır. Mill, faydacıdır. Bireylerin çıkarını toplumun çıkarında, toplumun çıkarını da bireylerin çıkarında bulmaktadır. Sonraları, pragmacı felsefenin bir hayli geliştirdiği gibi, Mill’e göre insanları, kişisel çıkarları yönetir. Mill’i, gerektiği hallerde toplumsallaştırma düşüncelerine götüren işte bu temel anlayışı olmuştur. Gerçekte Stuart Mili, ekonomik dengenin tam bir rekabet serbestliği içinde gerçekleşebileceğine inanmaktadır. Bu açıdan, fiyat ve uluslararası ticâret konularında, yeni görüşler ortaya atmıştır: Arz ve talep fiyat dalgalanmalarını, fiyat dalgalanmaları da arz ve talebi etkilemektedir. Arz biraz fazlalaşınca fiyat düşer, fiyatın düşmesi talebi çoğaltır ve dolayısıyla, arzın gereken çizgiye inmesini sağlar. Talebin biraz fazlalaşması halinde de durum aynıdır. Öyleyse, diyor Mill, fiyat, arz ve talebi dengede tutan bir güçtür. Bununla beraber, arz ve taleple fiyat arasındaki yükseliş ya da alçalışlar aynı oranda değildir, oranın derecesi (nispetin mikyâsı) malların cinsi ve karşılayacağı ihtiyaç gibi çeşitli etmenlere bağlıdır. Uluslararası ticârette de faydayı, ihracatta değil, ithalâtta bulmaktadır (merkantilistleri hatırlayınız). Çünkü, diyor Mill, ihracat, bir memlekette üretilemeyen ya da çok pahalı üretilebilen malların ithalini sağlamak için yapılır. Öyleyse, bu konuda önemli olan, tüccarların hangi malı getirmekten daha çok kâr edecekleri sorumu değil, tüketmek için hangi malın gerekli bulunduğu sorunudur.

Klasik okul adıyla anılan liberal ekonomi görüşü, genel diyalektik gereği, birçok tepkilerle karşılaşmıştır. Her düşünce. karşıt düşüncesini de beraberinde getirmektedir. Birçok yazarlar, ütopyacı ve bilimsel sosyalizmi de, liberal düşünceye karşı çıkan tepkiler arasında saymaktadırlar. Oysa, ütopyacı ya da bilimsel olsun sosyalist düşünce, bu bölümde özetlemeye çalıştığımız devletçi ya da liberal olsun özel mülkiyete dayanan ekonomik görüşün tümüne karşıdır. Başka türlü söylemek gerekirse, sosyalist görüş, ilkçağlardan beri, ortak temelleri üstünde birbirleriyle çatışarak ilerleyen bütün bu akımların her devresinde ve onların tümüyle çatışarak gelişmiştir. Bu bakımdan klasik okulun tepkilerini neo-merkantilist görüşlerde aramak gerekir. Kök anlamında ticâret kavramı bulunan merkantilizm, daha XVI. yüzyılda devletçi bir sistem olarak belirmeye başlamıştı (Rodin’i hatırlayınız). Bütün serbestçi sistemlerin  karşısında çeşitli kılıklara bürünmüş de olsa onu bulmak mantık gereğidir. Şimdi de karışımıza neo-merkantilizm adı altında iki yeni kılıkla çıkmaktadır: Romantik ve ulusçu… Her iki kılık da Alman düşüncesinin ürünüdür.

Romantik neo-merkantilist okulun en ünlü yazarı Adamı Müller (1779-1829), örnek bir devletin yüceliğini öne sürmektedir. Ona göre devlet, töresel ve organik bir birliktir ve her alanı kapsamaktadır (l’élat totaliste). İnsanın varlığı devletin varlığına bağlıdır. Ekonomi, serbest bir alanda at oynatamaz. Ekonominin düzenleyicisi devlettir. Ulusal zenginlik (millî servet), sadece maddesel ürünleri değil, düşünsel ürünleri de kapsar. Bütün düşünce alanlarında çalışanlar da, tarımcı ve sanâyiciler kadar, üreticidirler. Sermaye kavramında, sadece maddesel sermaye değil (capital physique), düşünsel sermaye (capital intellectual) de vardır. Müller ve F. V. Baader (1765-1841) gibi düşünürlere romantik denmesinin nedeni, rasyonalist felsefeye karşı ve mistik eğilimli olmalarıdır. Bu bakımdan bir çeşit gerici sayılmaları da doğru olur. Nitekim bu düşüncenin ürünleri, faşizm ve Hitler nasyonal sosyalizmi gibi gerici siyasal akımlar olmuştur.

Ulusçu neo-merkantilist okulun en ünlü düşünürü Frederic List (1789 4846), klasikleri, bireyci olmakla ve tarihsel gelişmeye önem vermemekle suçlandırmaktadır. List’e göre, bireyle insanlık arasında tarihsel bir gelişimi olan bir de ulus vardır ki, ekonomik alan asıl onun gerekleriyle düzenlenir. Çünkü uluslar arasında sürekli bir barış düşünülemez, klasik okulun bütün yasaları böylesine düşsel bir barışın varlığı üstüne kurulmuştur, bu varlık gerçekleşmeyeceğine göre, o yasaların hiçbir değeri yoktur. List’e göre tarihsel gelişim şu sırayı izlemiştir: İlkçağ (vahşet), çobanlık çağı, tarım çağı, tarım-manüfaktür çağı, tarım-manüfaktür-tîcâret çağı… Ulusları bu son ve yetkin çağa ancak devlet eriştirebilir. Uluslararası ilişkiler, klasik mekanizmanın işlemesine engel olurlar. Ekonomik düzen, ancak ulus içinde ve devlet yöneticiliğiyle gerçekleştirilebilir. Devlet korumaz ya da koruyamazsa, gelişmiş bir yabancı sanâyi, gelişmemiş ya da azgelişmiş ulusların ilerlemesine kesinlikle engeldir. List, sadece sanâyi ve ticâret alanında kalmamakta, bu konuda ulusun bütün üretici güçlerinin seferber edilmesini öğütlemektedir. Bununla beraber, List için de amaç, ticâretin tam bir serbestliğe kavuşacağı uluslararası sonsuz bir barıştır. Devlet koruyuculuğu, bu amaca götürecek olan bir araçtır. Kişi, bugünün çıkarını geleceğin yararı uğruna harcayamaz. Bunu ancak devlet yapabilir. Sanâyisiz, tarımsal bir devlet tek. bacakla yürümeye çalışan; bir insana benzer. Bu bakımdan, herhangi bir ulusu, tarım çağından sanâyi çağına geçirebilecek bir savaş bile, mutlu bir olaydır. Romantik ve ulusçu neo-merkantilizm -ki görüldüğü gibi eski merkantilizmden bir hayli farklıdır- gerçekte, ünlü Almnn filozofu Johann Gottlieb Fichte’nin (1702-1814) kurduğu kapalı ticâret devleti (l’état commercial fermé, 1800) temeli üstünde yükselmektedir. Fichte, otarşik ekonominin en yetkinini meydana koymuş bir düşünürdür. Fichte’ye göre para, bütün gücünü devletten alır. İnsan, ancak toplum içinde bir varlıktır. Öyleyse devlet, insan varlığına anlam veren bir kuruluştur. Ulusal gelişme, kapalı bir ticâret devleti içinde mümkündür. Müller ve List’in kökleri büyük düşünür Fichte’de bulunmaktadır. Fichte, ünlü yapıtını yayımladığı zaman, Müller 21, List 11 yaşındaydılar. Neo-merkantilizmin tepkisini de neo-klasisizmde göreceğiz ki, bu da mantığa uygun bir sonuçtur.

Aynı temel üstünde oturan iki büyük akım, devletçilik ve serbestçilik, birbirleriyle çatışa çatışa kendi yapılarını yenileyerek kendi yapıları içinde gelişmektedirler. Bu akımlar için temel’i değiştirmek mümkün değildir. Her iki akım için de ortak temel, özel mülkiyet’tir. Gelişmeleri de elbette bu temelin üstünde, bu temele uygun ve birbirlerinden bir şeyler alıp vermek yoluyla olacaktır. Neo-klasisizme geçmeden önce, ekonomik kurumlar alanına hiçbir yenilik getirmeyen, ama yaptıkları tarihsel araştırmalarla ekonomik olayların çok daha kökten anlaşılmasına yol açan bir de tarihçi okul vardır ki, özellikle göz önünde tutmak gerekir. Pek önemli ve titiz araştırıcılar olan bu okul düşünürleri, ekonomi alanına göreciliği (relativisme, izafîlik) getirmişlerdir. Altı çizilmesi gereken bir düşünce olarak, özetle şunu söylemektedirler: Ekonomik yasaların ve eğilimlerin geçerliği belli tarihsel devrelere bağlıdır. Her eğilim, belli tarihsel koşullar içinde geçerlidir. Öyleyse, gerçeklerin meydana çıkarılması için, karşılaştırmalı bir yöntem (mukayese usulü) kullanmak gerekir… Tarihçi okul düşünürlerine örnek olarak W. Roscher, C. Schmoller, B. Hilldebrand, F. Knapp, K. Knies, G. Gohn, Vagner, Schaeffle, L. Brentano, Took, Leslie ve Ashley gösterilebilir. Tarihçi okul, Alman üniversitelerinde büyük etkiler yapmıştır. Örneğin, Schmoller (1838 4917), ekonomi bilimini dogmatik kadercilikten (liberallerin doğal, ezelî ve ebedî yasalarından) kurtarmaya çalışmıştır. Şunu da söylemek gerekir ki, tarihçi okul, liberalizme karşıdır ve devletçilikten yanadır. Sosyalizme pek yararlı tarihsel olayları meydana çıkardıkları halde sosyalist de değildirler. Özellikle Brentano’nun iş ve işçi ilişkilerine ışık tutan tarihsel incelemeleri, bu bakımdan önemlidir. Tarihselliğin dışında psikolojik araştırma da bu okulun getirdiği bir yeniliktir.

Neo-klasisizm, neo-merkantilizmle birlikte tarihçi okula da karşı çıkmaktadır. Marjinalistler adı altında toplanan neo-klasiklerin klasik anlayışa getirdikleri yenilikler şöyle özetlenebilir: Değer, ne malın kendisinde ne de o malı üreten insan emeğindedir. Değer, o malın marjinal faydasındadır. Daha açık bir deyişle, değeri psikolojik etmen belirler. Fayda ihtiyacın karşılanması oranında azalır. Önce, çok önemli ihtiyaçlar için istenilen bir mal, piyasada çoğaldıkça, önemsiz ihtiyaçların giderilmesinde de kullanılmaya başlar ve böylece değeri düşer. Öyleyse, ihtiyacın psikolojik şiddeti mal miktarıyla orantılıdır. Malın değerini de, işleyen bu mekanizmanın sonucu, marjinal birimin faydası belirler. Bu kuramı, serbest ekonomi düşüncesine, hemen aynı zamanda bularak (1871), Carl Menger (1840-1921), Léon Walras (1834-1910) ve Stanley Jevons (1835-1882) getirmişlerdir. Bir bakıma bu kuram yeni sayılmamalıdır. Daha XVIII. yüzyılda ünlü Fransız filozofu Condillac (1715-1780), değerin sonuç faydada (utilité finale ou marginale) belireceğini söylemişti. Condillac’a göre değer, o mala yükletilen psikolojik bir fayda düşüncesinden doğar (estimation subjective). Fayda da ihtiyaca dayanır. Öyleyse değer, ihtiyacımızın şiddetiyle orantılıdır. İhtiyacımızın şiddeti de hemen el uzatabileceğimiz, piyasada hazır malların sayısıyla ilgilidir. Bu sayının gerçek bir sayı olup olmaması önemli değildir, önemli olan, o malın umulan sayıda bulunduğu kanısıdır…

Condillac’m 1776’da yayımlanan Le Commerce et le gouvernement considérés relativement l’un à l’autre adlı yapıtı ortada dururken, neo-klasik yazarların ne yenilik getirdikleri, haklı olarak sorulabilir. Marjinal fayda, daha birçok yazarların (örneğin, Gossen, Lois des Communications Humaines, 1853) gözünden kaçmamış olan şu gerçeği belirtmekten başka hiçbir özellik taşımıyor: Bir malın stoku ne kadar çok olursa ihtiyacın psikolojik şiddeti o kadar azalır ve değer son satılacak malda belirlenir. Nitekim stokun azlığı halinde de psikolojik ihtiyaç öylesine artar ki, o malı ilk alan bile sonuncuyu alıyormuş gibi değer biçer. Carl Menger’i Böhm Bawerk (1851-1914) ve Von Wieser (1831-1926) izlemektedir. Menger’in bu iki öğrencisi kuramı genişletmeye çalışmışlardır. Bawerk’e göre de değer, bir malın faydalılığı kanısındadır. Mal stoku ne kadar büyükse o malın faydalılığı kanısı o kadar azalır. Bir başka deyişle, zevk azalır çünkü. Sevdiğiniz bir yemeğin son yudumu, ilk yudumunun verdiği zevkle kıyaslanamayacak kadar azalmıştır. O malın değeri üstündeki kanı, son yudumun (nihâî faydanın) zevkine göredir. Bir mal için, kıtlık yoksa, son fayda da yok demektir. Bu konuyu daha iyi anlamak için çeşmelerinden bol su akan bir ülkedeki su değerini düşünmek yeter (bu kuram, eski nedret kuramıyla da kökten ilgilidir). Böhm Bamrk, kuramı sermayeye uygulamakta ve sermaye değerini o sermayenin gelecekte ne getireceği düşüncesine bağlamaktadır. Bawerk, şimdiki malların, gelecekteki mallardan, bu psikolojik nedenden ötürü, daha değerli olduklarını ileri sürüyor. Öyleyse, şimdiki malı gelecekte geri almak için bir başkasına veren kişi, aradaki değer farkını istemekte haklıdır ki, bu fark faizdir. Sonuç faydanın azalacağı halde de faiz, elbette düşük olacaktır.

Marjinalistlerden Léon Walras ve onun yerini alan (Lozan’da) Vilfredo Pareto (1848-1925) da dört elle matematik yönteme sarılmışlardır. Matematik yöntemin kurucusu Augustin Cournot’dur (1801-1877). Matematik yöntem, ekonomiyi bir miktarlar bilimi olarak ele almakta ve kuramları matematik denklemlerle göstermektedir. Schumpeter, Barone, Fisher gibi yazarlar da bu yöntemi kullanmışlardır. Ekonominin matematikten pek yararlanacağı doğrudur ama, matematiksiz bir ekonomi yapılamayacağı doğru değildir. Nitekim, matematiğin kimi yerde aldatıcı sonuçlar da verebileceği ileri sürülmektedir. Léon Walras biraz daha ileriye giderek, yeni bir genel denge kuramı ortaya atmaktadır. Bu duruma göre, ekonomik alışveriş, üç piyasa arasında olur: Mal piyasası, emek piyasası, sermaye piyasası… Bu piyasalardan birindeki fiyat değişikliği hemen öbürlerini de dalgalandırır. Genel denge, bu üç piyasa arasında müteşebbis denilen kapitalizmin doğurduğu yeni bir tip eliyle düzenlenir. Çünkü bu yeni tip, her üç piyasayla da ilgili bulunan tek tiptir. Her üç piyasadaki fiyat, aslında aynıdır ve malın (arz edilen ister mal, ister emek, ister sermaye olsun, bu açıdan hepsi maldır) maliyet masrafına eşittir. Müteşebbis genel dengeyi, dağıtılan gelirleri tam olarak kullanmakla sağlar. Her üç piyasaya toplu (global) bir bakış, arıların kendi taleplerini yarattıklarını ortaya koymaktadır (Say’ın mahreçler kanununu hatırlayınız). Dağıtılan gelirler, her üç piyasadan herhangi birinde biraz duraklaması -ki genel dengeyi bozmaktadır- müteşebbisin hatasıdır. Müteşebbis, gelirleri gereği gibi kullanırsa bu denge bozulmaz.

Neo-klasiklerin bütün bu kuramlarına orta bir yol tutturarak, çekidüzen vermek de Cambridge Okulu Profesörü Alfred Marshall’a (1842-1924) düşmüştür. Görüldüğü gibi John Maynard Keynes’e gelinceye kadar, yüzyılımızda, kapitalist ekonomiye katılmış önemli bir yenilik yoktur. İngiliz düşünürü Keynes (1883-1946), konuya alışılagelmiş düşünceleri altüst eden yeni görüşlerle girmektedir. Bu yüzden de, ünlü yapıtını yayımladığı (Para, Faiz ve Kullanma Genel Kuramı) 1936 yılından beri bir Keynes ihtilâlinin sözü edilmektedir. Keynes’in düşüncelerinden birçoğunun, ondan çok önce, İsveçli Knut Wicksell’in (1851-1926) yapıtlarında yer aldığı da unutulmamalıdır. Iohn Maynard Keynes’in getirdiği yenilikler şunlardır;

  1. Birey için doğru olan toplum için doğru olmayabilir, toplum için doğru olan da. birey için doğru olmayabilir. Bu yüzden, bireysel incelemeyle (mikro) global inceleme (makro) sonuçları birbirlerine karıştırılmamalıdır. Bireysel incelemeleri genelleştirmek klasikleri yanıltmıştır. Örneğin, bir kişinin kazancının bir bölümünü biriktirmesi (tasarruf) kendisi için yararlıdır, ama toplumun bütün kişileri bu yola giderlerse toplum için zararlı olur, çünkü tüketim azalır ve bununla orantılı olarak gelir çizgisi düşer, sonuç olarak bireyler de para biriktiremez olur.
  2. Ekonomi alanında doğal yasaların yerine, insan iradesi konmuştur. İnsan, daha iyi yaşamak için ekonomik gidişi etkileyebilir. İnsanın bu etkisi, ekonomik mekanizmanın bilgisini elde. etmekte güçlenir ve gerçekleşir.
  3. Otomatik tam kullanma (istihdam) dengesi yoktur. Bütün üretici güçlerin tam olarak kullanıldığı haller nadirdir, bunun yanında düşük ya da aşırı kullanma hali üstüne kurulan kuram genel olarak yanlıştır. Talebi yaratan arz değil, tersine, arzı yaratan gelecekteki taleptir (effektif talep). Bu talep, müteşebbisin gelecek için tahmin ettiği taleptir. Müteşebbisin yatırım yapması, tahmin ettiği bu marjinal verimin faiz haddinden. büyük olmasına bağlıdır. Faiz de, sanıldığı gibi, sermaye arz ve talebinin fiyatı değildir.’ Faizi belirleyen, insanların para biriktirme tutkularıdır. Bu tutku büyükse, onları bu tutkularından vazgeçirmek için yüksek faiz vermek gerekecektir. Bu tutku büyük değilse düşük faizle de para bulunur. Öyleyse faiz, psikolojik bir etmenle alçalıp yükselir. Bu psikolojik etmene, müteşebbisin geleceği tahmini gibi ikinci bir psikolojik etmen de eklenir. Yatırımı gerektiren tam kullanım dengesi kuramı değil, bu psikolojik etmenlerdir. Klasikler, parayı sadece bir değiştirme aracı olarak görüyorlar ve ekonomik olayları etkilemediğini sanıyorlardı. Oysa, görülüyor ki, para miktarını ayarlayarak faizi düzenlemek ve böylelikle de üretimi azaltmak ya (la çoğaltmak mümkündür. Yatırımlar, para miktarıyla etkilenebilirler, çünkü faizi düşürerek marjinal verimi çekici göstermek para ayarlamasıyla düzenlenebilecektir. Görüldüğü gibi tüketim ve biriktirme eğilimleri, klasiklerin zannettikleri gibi, fiyat ve faiz hareketleriyle değil, psiko-sosyolojik etmenlerle biçimlenmektedir. Yatırımlar da öyle.
  4. Keynes, klasiklerin fiyat kuramının yerine gelir kuramını koymaktadır. Klasikler, yatırım yapabilmek için önce para biriktirmek gerektiğini sanıyorlardı. Keynes, tersine, para biriktirmek için önce yatırım yapmak gerektiğini göstermiştir. Çünkü yatırım gelir doğurur, gelir de tüketim ve biriktirme eğilimlerine yol açar. Bu gelir, dağıtılan ulusal gelirdir (milli gelir). Öyleyse yatırımlarla biriktirmeler arasındaki dengeyi ulusal gelir kuracaktır. Devre başında mümkün olmayan denge, devre sonunda mümkündür. Yatırımlarla biriktirmeler birbirlerine, devre sonunda (yatırım, üretim, gelir, gelirin dağılımı, biriktirme devresi) eşit olurlar. Bu eşitliği (denge) sağlayan, klasiklerin zannettiği gibi, fiyat hareketleri değil, gelir hareketleridir. Açık bir deyişle, gelirin tüketime gitmeyen kısmı, devre sonunda yatırımlara harcanır.
  5. Keynes, Engels ve Schwabe yasalarını geliştirerek, gelirlerle tüketimler arasındaki ilişkilerin psikolojik nedenlerini ortaya çıkarmıştır. Genel olarak, gelirleri artanların tüketimleri de artar, tersi de öyle. Ancak tüketimde azalış ya da çoğalış, gelirdeki azalış ya da çoğalışla aynı oranda değildir. Çünkü, burada; alışılmış olan yaşama biçimini bozmamaya çalışmak, gelecekte gelirinin artacağını ummak gibi psikolojik etmenler rol oynar. Bu yasa, bir bakımdan, yoksulların asla biriktirme yapamayacakları, biriktirmenin de tüketim gibi zenginlere özgü bulunduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Düşük gelirlerdeki zorunlu tüketim harcamaları, yüzde olarak, yüksek gelir gruplarındaki zorunlu tüketim harcamalarından çok daha yüksektir. Ev kirası, bunun en belirgin örneğidir. Yoksullar, varlıklılara göre çok daha yüksek kira öderler. Bir varlıklının gelirinin örneğin, yüzde birini götüren ev kirası, bir yoksulun gelirinin örneğin, yüzde altmışını götürebilir.
  6. Keynes, yukarıda özetlenen görüşleri gereği, devletin ekonomi alanını düzenlemesi gerektiğini ileri sürmüştür. Ulusal geliri belirleyen tüketim ve yatırım harcamaları arasındaki optimal ilişkiyi ancak devlet bu çizgide tutabilir. Öyleyse devlet, özel sektörün yetersiz bulunduğu yerlerde yatırım yapmalıdır ki, tüm kullanımı (istihdam, bütün üretici güçlerin üretim alanına sürebilmesi) gerçekleşebilsin. Az gelirli sınıfları koruyarak tüketimi arttırmak ve böylelikle yatırımlara imkân hazırlamak da devletin görevi olmalıdır. Para miktarını, gerektiğinde azaltıp, gerektiğinde çoğaltarak, üçüncü maddede özetlenen mekanizmayı düzenlemek de devletin işidir. Düşük kullanma (istihdam) halinde işsizlere iş bulmak için koruyucu bir dış ticâret politikası uygulamak da devletin yüklenebileceği bir görevdir.

Keynes’in bu görüşleri, çağdaş karma ekonomi sistemini doğurmuştur. Gerçekte, ekonomi, hiçbir zaman ne tam devletçi, ne de tam serbestçi olmuştur. Ekonomi alanı, anamalcılığın doğuşundan beri karma bir sistem içinde sürüp gelmiştir ve çağdaş sistemin bu açıdan hiçbir yeniliği yoktur. Karma ekonomi, serbest rekabetle işleyecek olan özel sektörün yararı için devletin kontrolünü kabul etmektedir. (Keynes’ in görüşlerini özetleyen yukarıdaki altıncı maddemiz bunu iyice belirtmiştir. Amaç, özel sektördür ve serbest rekabetle sağlanacak olan özel sektörün çıkarıdır. Ancak, Amerikalı ekonomi profesörü Samuelson’un dediği gibi, örneğin New York’a sürekli bir mal akımı olmasa, şehir bir hafta içinde aç kalır. New York’ta yaşayan en milyon kişinin, sistemin günün birinde bozulacağını düşünerek, uykuları kaçmaz mı?.. Görüldüğü gibi, New Yorkluların rahat bir uyku uyumalarını sağlamak için karma ekonomi gerekmektedir. Devlet ya da belediyeler, serbest rekabet alanına asla karışmaksızın, bu mal akımını garantilemelidirler. Adam Smith, daha 1776’larda şöyle yazıyordu: Kişiler, sermayelerini kendilerine en çok verim sağlayacak biçimde kullanırlar. Kamu yararını geliştirmek niyetinde olmadıkları gibi, kamu yararının nasıl geliştiğini de bilmezler. Her insan, kendi güvenliğinden, kendi kazancından başka bir şey düşünmez. Ama kendi çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışırken, gizli bir el niyetiyle ilgili olmayan amaçlara hizmet etmesini sağlar. Kendi çıkarını izlerken toplumun çıkarına da yararlı olur. Doğrudan doğruya kamuya yararlı olmak amacına dayansaydı çok daha az yararlı olurdu (Adam Smith, Wealth of Nations).

Özel sektörü güçlendiren bu gizli el acaba kimin elidir?.. Ortaçağ düşüncesine göre bu el, Tanrı’nın eliydi. Yeniçağ, başka bir biçimde de olsa gene bu kanıyı sürdürmektedir. Fizyokratlara göre bu gizli el, nedenleri bilinmeyen bir doğal düzendir. Klasik okul da aynı kanıdadır. Çağdaş karma ekonomiyse bu gizli eli devlete yüklemektedir. Şu farkla ki, artık elin gizliliği, kalmamıştır, apaçık ortadadır. Ulusal geliri belirleyen. tüketim ve yatırım harcamaları arasındaki optimal dengeyi devlet, özel sektörün kârsız bulduğu alanlara yatırımlar yaparak sağlayacaktır. Son yıllarda varlıklıyı daha varlıklı ve yoksulu daha yoksul yapacak yeni öneriler de ileri sürülmüştür. Bunların en belli temsilcilerinden biri de Amerikan ekonomicisi, Chicago Üniversitesi ekonomi profesörü Milton Friedman (Doğumu: 1912)’dır. Kendisinin monetarizm adını verdiği öğretisine göre devlet para siyasasıyla tüm ekonomik yaşamı özel sektör yararına yönlendirecektir. Fiyatlar serbest bırakılacak, esnek (fleksibl) kambiyo kurları uygulanacaktır. Güçlü ülkelerin paraları böylelikle her an değer kazanırken güçsüz ülkelerin paraları her an değer kaybedecektir. Bu değer kaybı güçsüz ülkelerin ucuza mal satmalarını sağlayarak dış satımı arttıracaktır. Ne var ki dış satımdan elde edilen döviz dış alıma harcanarak güçlü ülkelere yeni pazarlar açılacaktır. Dünya ekonomisi tam rekabet koşulları içinde işleyecektir. Metafizik ve idealist düşünce yöntemine bağlı ekonomi anlayışının vardığı sonuç budur. Bu anlayışın karşısında William Petty, Adam Smith, David Ricardo gibi gerçek ekonomi bilginlerince tohumları atılan bilimsel ekonomi yer alır.


Kaynak: Orhan Hançerlioğlu, Ekonomi Sözlüğü.


 

Yorum bırakın