Modern Dönemde Tanrı Düşüncesi

İnanmayanların bile kuşkulanmalarına yol açacak kadar Tanrı’ya inanışın tartışılmaz olduğundan söz etmek “anlaşılmayı bekleyen inancın” orta çağa özgü anlayışıyla biçimlenmiş teolojik görüşe yabancı gelirdi. Bilhassa kesinlik arayışı uygun görülmezdi.

Aquinolu Thomas’ın inancı emin ve sarsılmaz bir güvene dayalıydı. Fakat bu inancın kuşkunun ötesinde mantıkla gösterilmesi ve uluorta gözler önüne serilebilir olması ona yabancı gelen bir kavramdı. Ona göre insan aklı doğası gereği sonlu ve sınırlıydı, bu da onun insan aklının yaratılışı itibarıyla Yaratıcısı’nın etkisinde olduğuna inanmasından kaynaklanır.

Bu doktrin Tanrı’nın varoluşunun belli ama doğasının bilinmez olduğunu iddia etmişti; oysa Kant’a göre bilinmez olan Tanrı’nın doğasından çok onun varoluşudur. Tanrı’nın doğası gizemli değildir, çünkü hepimiz aklımızda içkin olarak bariz, tartışmasız ve faydalı bir Tanrı fikrine sahibiz.

Kant’ın epistemolojik alçakgönüllülüğü daha derin bir metafizik dogmatizme dayanmaktaydı; insan bilgisinin sınırlarını kabul ederdi, çünkü insan zihninin neleri bilebileceğinden ve bilemeyeceğinden emin olmuştu.

Ne var ki bu Yaratıcı ne sonluydu ne de sınırlıydı, sonlu yaratılan ile sonsuz Yaratıcı arasındaki uyuşmazlık Aquinolu Thomas’ın teolojisinin her yönüne işlemiştir. İkisinin arasındaki varoluşsal (ontolojik) mesafe insan aklının her zaman “eksik kalacağı”, hakikatin küçük bir kıpırtısından daha fazlasını dile getirmeyi asla başaramayacağı ve daima vahye muhtaç kalacağı anlamı taşıyordu.

Tanrı’nın “varoluşu” insan varoluşunun başka bir niteliğidir ve tamı tamına Tanrı’nın “varoluşunun” ne olduğu en nihayetinde insan diliyle belirlenemez. Ancak bu varoluş düzeyi arasındaki engel aşılamaz değildir. Analojik dil, her ne kadar tereddütlü, aksak ve daima kararsız bir tutumla da olsa bu iki âlem arasında arabuluculuk yapabilir, öyle ki Tanrı “bilgisi” daima Tanrı’yı bilmezliğin farkındalığıyla dengelenir. Oysa  Kant’ta, Tanrı’nın varoluşu rasyonel açıdan bilinemez, numenal-fenomenal engeller ister Tanrı’nın kendini ifşa etmesiyle olsun, ister analojik dille delinip geçilemez. Tanrı bilinebildiği ölçüde bu ancak düzenleyici idealler aracılığıyla pratik bilgi düzeyinde olur.


Katı teolojik kuralları yorumlayan Descartes’ın yönteminin belirgin yönü her şeyden önce akla dayalı kesinlik arayışıydı, zaten onu daha önceki teolojiden farklı kılan buydu: “Benim, varım önermesi benim tarafımdan her ortaya konduğunda veya zihnimde canlandığında doğru olması gerekir.” Cogito ergo sum: Düşünüyorum, öyleyse varım.

Hegel Tanrı’yı felsefi Ruh (Geist) kavramının resimli dinsel imgesi olarak görmekteydi. Dünya esasen Ruh’tan ayrı değildir. Aslında dünya Ruh’un kendini “öteki” yerine koymasıyla var olur. Öyleyse Geist ile dünyanın ötekilik ilişkisi içerisinde olmalarının belli bir anlamı vardır; ama bu yalnızca daha geniş birlik bağlamında geçerli olur. Dünya akıl ve maddenin ayrı elementler olduğu bir yer değildir; maddi dünya rasyonel bilinç âleminden bağımsız var olamaz. Bilakis maddi dünya doğası gereği rasyoneldir, bilinç de daima dinamik bir ilerleme halindedir. Diyalektik ilerleme süreciyle hareket edip gelişen dünyanın kendisi Geist‘in kendini ötekileştirme hareketinin dışavurumudur. Bu dünya başlangıçtaki birliği tek edip kendini dünyaya bırakarak Geist’in kendini olumsuzlaması sayesinde var olur, bu bir yandan eşzamanlı kendini olumsuzlama süreciyken aynı anda kendini gerçekleştirmedir.

Feuerbach, Tanrı’nın geleneksel sıfatlarını insanlığın en iyi ve en yüksek nitelikleri diye görerek teolojiyi antropoloji olarak yeniden tasavvur etmiş, teizm diye bilinen şeyi üretmek için onu kişileştirip sonsuzluğa izini düşürmüştü. Dolayısıyla Tanrı öğretimiz aslında insanın maskelenmiş ya da şifrelenmiş öğretisidir.

Feuerbach, Hristiyan Tanrısı’nı bir yandan kişisel, etkin insansı niteliklerin bağdaşmaz karışımı olarak görürken, diğer yandan onları mükemmel, ebedi ve sabit kişisel olmayan ideal gerçeklik olarak anlıyordu. Ona göre böyle bir Tanrı anlayışı sadece asılsız olmakla kalmıyor, aynı zamanda insan yabancılaşmasına yol açıyordu. Çünkü insanlığın en iyi ve en yüce yönlerinin izini kendilerinin dışına düşüren insanlar böylelikle iyi ve değerli olan her şeyi içlerinden çıkarmışlardı. Ortaya çıkan sonuç insanın kendini olumsuz algılamasıdır; değersiz ve günahkar, oysa Tanrı bu şeylerin tam tersidir ve insanlar onun huzurunda kendilerini küçültürler.

İlahi varlık anlayışında olumlu olan ne varsa ancak insani olabilir, kul anlayışı bilincin nesnesi olarak sadece olumsuz olabilir. Tanrı’yı zengin kılmak için kulun fakirleşmesi gerekir; Tanrı her şey olabilir ama kul hiçbir şey olmalıdır.

Sonuç olarak, Descartes’a göre Tanrı cogitonun bir “izdüşümü” (epistemolojik olarak güvenilir) oluyordu. Hegel eski teolojik modellerin yansıması olarak bunu tersine çevirince insan öznelliği ve rasyonalitesi Geist‘in tezahürleri veya “izdüşümleri” oldular. Feuerbach’a göre ise “izdüşümün” kaynağının insan öznelliği olduğunun öz düşünümsel farkındalığı izdüşüm nesnesinin kendi kaynağından başka hiçbir şeyi yansıtmadığı anlamına geliyordu.


Kaynak: Gavin Hyman, Ateizmin Kısa Tarihi.


 

Yorum bırakın