Kapitalizm

Kapitalizm, üretim araçlarının ve kâr amacıyla ticareti yapılan malların özel mülkiyetine dayalı ekonomik sistemler ailesinin adıdır. Sanayisi olmayan kapitalizmden söz etmek çelişki yaratmasa bile, kapitalist ekonomiler serbest rekabet ve sanayileşmeyle karakterize edilmeye yatkındır. Genel olarak konuşulduğunda, kapitalist sistemler daha ilerideki üretimde kullanılabilecek kaynakların birikimine merkezi bir rol biçerler. Kapitalizm (anamalcılık), adını da “kapital” (sermaye, anamal) denilen işte bu kaynaklardan alır. Kapitalizm sadece kısa dönemli kârlarla ilgili değildir; yeniden yatırımı gelecekteki daha büyük kârların başlıca kaynağı olarak görür.

Modern kapitalizm, orta çağda tüccar sınıfının yükselişiyle başladı. Ticaret sayesinde zenginleşen tüccarlar katı feodal sistemi yıkmaya giriştiler. İş çevreleri, zenginlik, imparatorluk ve sömürünün arkasındaki itici güç olan kapitalizm, Avrupa’yı ele geçirdikten sonra söndürülmesi güç bir ateşmişçesine tüm dünyaya yayıldı. Ticaret, özel mülkiyet ve paranın dolaşımına dayalı bir ekonomik sistem olan kapitalizmin gelişimi ticaret ve bankacılığın tarihiyle ilgilidir. Ancak geriye dönüp 10. yüzyıldaki Avrupa’ya baktığımızda, ne ticaretin ne de bankacılığın fazla geliştiğini görürüz: Antik ticaret yolları ve denizler büyük ölçüde Müslüman devletlerin elindeydi, Avrupa ise karanlık çağlardan çıkma ve herkese yiyecek sağlama derdindeydi.

Yiyecek tedarik eden toprak sahipleri asiller haline geldi. Kurdukları feodal sistem, ufak arazi birimleri ile geçimlik üretim düzeyi arasındaki hassas dengeye dayanıyordu. Feodalizm karnın doyacağı bir istikrarı hedefler. Bu ise feodalizmi, sürekli büyüyen bir pazarlar peşinde olan kapitalizme tamamen karşıt hale getirir.

Tüccarlar ile fırıncı ve dokumacı gibi zanaatkârlar Avrupa’nın şehirlerinde etkilerini artırmaya başlamışken, 1095 yılından itibaren kilise de etkili şekilde Orta Çağ Avrupası’nın ilk büyük uluslararası ticari girişimi sayılan Haçlı Seferleri’nin ortaya çıkmasına neden oldu.

Akdeniz’in doğu kıyıları boyunca fetihlerin yolunu açan Haçlılar, Avrupalıların geleneksel ticaret yollarını daha fazla kontrol etmelerine imkan sağladı. Sonuç olarak, Avrupa krallıkları, Roma İmparatorluğu döneminden beri ilk kez, gemileriyle nispeten uzak mesafelerden mal ve insan taşıyabilecek hale geldiler. İtalya krallıkları, o dönemde Batı Avrupa’daki en iyi filoya sahip olduklarından, bu işten ilk kâr edenler arasındaydı.

14. yüzyıl Avrupası’nda ticaret ve bankacılığın gelişimi, bankerler ve Medici gibi prensler tarafından desteklenen Rönesans ile sonuçlandı. İtalyan ticaret sınıfı zenginleştikçe güç ve etkileri de arttı. Bu durum, Cenova ve Siena gibi şehir cumhuriyeti devletlerinin gelişiminde önemli bir rol oynadı. Ne var ki İtalyan ticareti çok küçük ölçekte ve yereldi, dolayısıyla feodalizmin temellerini ancak birkaç küçük şehirde sarsabilmişti.

İlk ticari bankalar 13. yüzyılda Siena gibi İtalyan şehirlerinde ortaya çıktı. Banka kelimesi banco‘dan gelir ve bu İtalyanca’da “tezgah” demektir; çünkü ilk bankacılık hizmetleri şehir merkezinde kurulan tezgahlarda verilmekteydi. Ancak bankacılık İtalyan tüccarlarıyla başlamış değildir; kökenleri Tapınak Şövalyeleri’nde yatar. Tapınak Şövalyeleri, ilk Haçlı Seferi’nden çıkarılan dersler ışığında, Kudüs’e giden Avrupalı hacıların geçiş yollarını güvence altına almak amacıyla 1096 yılında savaşçı keşişler tarafından kurulmuş bir tarikattı.

Bizans’a ve ötesine gidip gelmek için yapılan seyahatler kolay değildi. Yol boyunca eşkıyalar ve korsanlar pusuya yatar, başınıza her an bir bela gelebilirdi. Böylece bu işlerde pişmiş, tecrübeli olan ve aynı zamanda dürüstlükleriyle de tanınan bir Haçlılar tarikatı bu tür seyahatlerin riskini yüklenmeyi teklif ettiğinde, birçok insan bu önerinin üzerine atladı.

Tapınakçıların kısa sürede önemli Avrupa şehirlerinde temsilcilikleri açıldı ve Haçlı devletlerini birbirine bağlayan ana yollar üzerindeki bir dizi kaleyi ele geçirdiler. İnsanlar mallarını herhangi bir şubeye emanet ediyor, Tapınakçılar da bu malların altın değeri karşılığında resmi bir belgeyi onlara veriyordu, böylece daha sonra karşılığını herhangi bir başka tapınak merkezinden alabiliyorlardı. Bu durum insanlara yük taşımadan çabucak seyahat etme ve gittikleri yerde ihtiyaç duydukları şeyi satın alabilme imkanı sağlamıştı. Bunun karşılığında kendi altınlarından ufak bir yüzdeyi hizmet karşılığı olarak ödemeleri yeterliydi.

Tarikat 1314 yılında yok edildi, bütün mal varlığına el konulup paylaşıldı. Papa kendi payını, pek bağımsız olmayan öteki Şövalye tarikatlarına emanet etti. Bu tür girişimlere para desteği pagan yerlilerin elindeki Prusya’nın fethedilmesi ve İspanya topraklarının Araplar’dan geri alınmasının ardından sona erdi. Bankacılık özel şahıslar tarafından yaşatılıp geliştirildi, ancak bu alandaki temel fikir, Tapınakçılar döneminden 19. yüzyıldaki Rothschilds’a gelene dek değişmeden kaldı.

15. yüzyılın sonuna gelindiğinde gemi tasarımlarındaki gelişmeler ile saat ve pusula gibi aletlerin icadı okyanusu aşmanın mümkün olduğu anlamına geliyordu. İspanya ve Portekiz’in yeni kurulan Hıristiyan krallıkları böylece Afrika ve Asya kıyılarının yanı sıra Yeni Dünya’daki geniş ve zengin topraklardaki ticaret seçenekleriyle yüz yüze geldiler. Uluslararası ticaret 16. yüzyıldan itibaren Avrupa’daki feodal küçük toprak işletmeleri (fief‘ler) tarafından üretilen tahılın sağladığı zenginliğin epey üzerinde bir beklenti yaratmıştı. İşte böyle bir servete ulaşılmasıyla sönümlenmeye başlayan feodal sistemin yerine daha sonraları merkantilist ekonomi denilen bir sistem geldi.

Kabaca söylersek merkantilist ekonomi, “bir ülkenin serveti ticaretten sağladığı kâr toplamıyla temsil edilir” düşüncesine dayanır. Bu sistem “Her arazi parçasının ticarette kullanılabilen kısıtlı miktarda kaynakları vardır, bu nedenle bir ülkenin ticaret hacmi, üzerinde ticari haklar bulunan arazi miktarına bağlıdır” düşüncesini öne çıkardı.

Ticaretin gelişmesi yayılmacılığa yol açtı ve bunu başarabilen her bir Avrupa devleti “hiç kimsenin” (yani başka hiç bir Avrupalı’nın) henüz keşfetmediği yeni topraklar bulmak umuduyla gemilerini uzaklara göndermeye yöneldi. Denizaşırı toprakların kontrol altına alınması Avrupalılara buradaki kaynakları sömürme olanağı tanıyordu -buralarda yaşayan yerliler pahasına. Merkantilist ekonomiye geçiş feodal mülklerin gevşek düzenlenmesi dışında modern devletin oluşumunda da önemli bir rol oynadı.

Geleneksel olarak hükümdar denizaşırı yeni topraklar üzerinde iddia sahibiydi ve buraların yönetilmesi de doğrudan kraliyet denetiminde olan büyük bir idari yapı gerektiriyordu. İşte bu ulusal hükümetin atası oldu. Orta çağ boyunca savaş dönemlerinde kralın hizmetinde olmak kârlı bir işti. Ancak yayılmacılıkla birlikte, asiller açısından denizaşırı yerlerde kralın hizmetinde olmak; kendi özel mülklerini yönetmekten daha cazip bir servet kaynağı haline geldi.

Zengin tüccarlar da artık şövalye nişanı alabiliyor ve kralın hizmetinde kabul edilebiliyordu. Bu şekilde kralın yönetimi kendi konumunu sosyal, politik ve mali gelişmenin ana yolu olarak güçlendirmekteydi. Güçlü, merkez bir monarşi Avrupa’nın ilk büyük imparatorluklarını yaratırken kuvvetli bir bağımsız tüccar sınıfının gelişimiyle özel girişime engel oldu. Sonuç olarak kapitalizm İspanya ve Portekiz imparatorluklarında değil de uluslararası ticaret yarışına yeni katılan daha az şanslılar arasında, özellikle İngiltere ve Hollanda’da büyüdü.

Küçük bir ülke olan Hollanda’nın kapitalizmin gelişimine katkısı muazzamdır. Hollandalıların tek gerçek Avrupalı “ticaret imparatorluğu”nu yarattığı söylenebilir; Sanayi Devrimi’nden sonra meydana gelen emperyalist toprak talanına ise asla katılmadılar. Hollandalılar, Hint Okyanusu’nda, şimdi Endonezya olarak bilinen takımadaları ve Karayipler’deki birkaç üssü ellerinde tuttular, ancak 17. ve 18. yüzyıllarda onlara ait küçük ticaret merkezleri dünyanın dört bir yanına yayılmıştı.

Bunlardan, New Amsterdam (bugünkü New York) ya da Güney Afrika’daki Cape Town gibi bazıları, daha sonraki İngiliz kolonileri için birer üs haline geldiler. Amsterdam’ın kendisi de Sanayi Devrimi’ne dek Avrupa’nın en büyük ticaret şehri oldu ve ilk borsayla sigorta şirketine ev sahipliği yaptı. Hollanda, birçok tarihçi tarafından dünyadaki ilk kapitalist ülke olarak değerlendirilir.

1602 yılında kurulan Hollanda Doğu Hindistan şirketi (The Dutch East India Company) ilk çok-uluslu şirketlerden biriydi. Hollanda eyaletleri arasındaki bir ortaklık şeklinde yürütülmekteydi. Her birinin bağımsız bir kolu vardı, bunlara “meclis” (chamber) denirdi, ancak meclislerin her birini temsil eden on yedi üyeli yönetim kurulu şirketin yıllık stratejisine karar verirdi. Gerçekte hissedarlarının aynı zamanda çalışanları da olduğu bir şirketti. Ayrıca hisselerini borsada piyasaya süren ilk şirket oldu.

Doğu Hindistan Şirketi, Endonezya’daki Hollanda imparatorluğunu ekonomik baskıyla birleşen şiddet kullanarak yarattı. Hint Okyanusu’ndaki Portekiz’in ticaret merkezlerinin çoğunu kovmayı becerdi. Bu, başarılı bir bireysel girişim hikayesiydi. 18. yüzyılın sonlarına dek çok fazla taklidi ortaya çıktı ve rekabeti en önünde yer aldı.

Tıpkı Hollanda gibi İngiltere de protestan bir ülkeydi; denizlerde katolik İspanya gücü ve karada Fransa tarafından tehdit edilmekteydi. 16. yüzyılın ikinci yarısındaki bazı gelişmelerden sonra İngiliz krallığının, geçimlerini sağlamak için özel gemi sahiplerini korsanlık yapmaya teşvik ettiğinde kaybedecek hiçbir şeyi yoktu; Güney Amerika’dan altın ve gümüş yüklü olarak geri dönen, yavaş ve ağır İspanyol ticaret gemilerini hedef seçtiler. Ancak İngiltere’deki ekonomik ve politik ilerleme de yavaştı. Öyle ki, 1588 yılında armadasının çöküşü bile İspanya’nın hakim deniz gücü olmayı sürdürmesini durdurmadı. İngiliz kraliyet desteğindeki korsanlık, 1604’teki İngiliz-İspanyol savaşının ardından durdurulana kadar devam etti.

I. Elizabeth 1600 yılında kraliyet kararnamesiyle İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’ni kurdu. Onun yerine geçen I. James döneminde İngiltere hükümet onaylı projeleri finanse eden özel şirketlere iyice alışmıştı. 1606’da kurulan Virginia Şirketi’yle özel yatırımlardan ve İspanya ile düşmanlıklarından doğan boşluklardan yararlanan James, İngiltere’nin Kuzey Amerika’daki uzun soluklu ilk kolonisi olan Jamestown’ı oluşturdu. Bu da İngiltere’deki ticari gelişmenin, politik gücü artan tüccar sınıfının gelişimiyle ele ele gerçekleşmesi anlamına geliyordu. Bu durum insanların politika hakkındaki düşünme tarzını değiştirdi, bu artık orada mutlakiyetin asla tutunamayacağı anlamına geliyordu.

18. yüzyılın sonlarında İngilizler uluslararası ticarete hakim olmuştu ve İngiltere’de Sanayi Devrimi tetiklenmişti. Ne var ki, bu gelişmeye nakit para sağlayan Batı Hint adaları ve Kuzey Amerika’daki İngiliz sömürgeleri, şeker ve pamuk plantasyonlarını işletmek için ağırlıkla köle emeğine dayanmaktaydı. Şimdilerde, İngiliz sömürgelerdeki ve yeni bağımsızlığını kazanmış ABD’deki plantasyonlarda köle olarak çalıştırılmak üzere 20 milyon civarında insanın Afrika’daki yurtlarından alındığına inanılmaktadır. Bunların yarısından fazlası yollarda can vermişti.

Bu arada Frankfurt-am-Main’deki Yahudi gettosunda Mayer Rothschild (1744-1812) ve oğulları daha sonra ün kazanan finans kurumunun inşasına başlamışlardı. Rothschild’in beş oğlunu Avrupa’nın en işlek şehirlerine şube açmak üzere göndermesi yaptıkları işi benzersiz kılıyordu. Rothschild ailesi uluslararası yatırım bankası fikrini geliştirdi; kendi fonlarını barış ve refahın olduğu herhangi bir yere transfer edebiliyor ve böylece koşullar ne olursa olsun yatırımları sayesinde yüksek faizin keyfini çıkarabiliyorlardı. Önemli olan nokta, borç para vererek özel girişimlerine ve hükümet girişimlerine kaynak sağlarken aynı şekilde mutlu olmalarıydı. Bu iki etken onları bütünüyle yeni türden bir mali makine haline getirdi.

Napolyon savaşları (1799-1815) boyunca aile, onları günümüzde de ünlü kılan büyük servetler elde etti. Sonunda Rothschild ailesi İngiltere’nin tarafını tutmayı tercih etti, bu tercih de savaşın sonucunun belirlenmesinde muhtemelen önemli bir etken oldu. İngiliz hükümetine borç para vererek onun müttefiklerine yaptığı yüklü sübvansiyonları finanse ettiler ve İspanya seferi sırasında Wellington Dükü’ne para sağlamak üzere kendi özel kaçakçılık şebekelerini kullandı. Rothschild ailesinin, birkaç on yıl içinde, o güne dek sadece devlet hazinelerinin biriktirebileceği ölçekte servete ulaşması, kendi başarılarını yaratmış çok zengin iş adamlarının ortaya çıkacağının işareti oldu.

Sanayileşme Batı’yı merkantilist ekonomiden çıkarıp kapitalist ekonomiye taşıdı. Sanayileşmeden önce bir ülkenin zenginliğini belirleyen en önemli faktör onun ticaret hacmi ya da ihracatının ithalatından fazla olmasıydı. Sanayileşmeden sonra ise bir ülkenin üretebildiği değer daha önemli hale geldi. Sanayi artık hammaddeleri sömürgelerin tedarik etme kapasitesinin çok ötesinde bir hızla sömürebilecekti. Ucuz ve bol miktarda hammaddeye erişebilmek için sömürgelerde de makine üretimi yapılmalıydı. Sanayileşmenin verdiği destekle Avrupa’nın ticari ileri karakolları da tam teşekküllü imparatorluklara dönüşmeye başladı.

19. yüzyılın son yıllarında dünyanın büyük bölümü Avrupa’nın kontrolü altındaydı. Bunların bir kısmı zaten kendiliğinden Avrupalılara teslim olmuştu. İngiltere tek başına dünyanın beşte birini kontrol ediyordu. Avrupa imparatorlukları ekonomik menfaatlerini çoğaltmak üzere güç kullanmaya hiç de isteksiz değildi. İngiliz Doğu Hindistan Şirketi bile kendi özel ordusuna sahipti. 1830’larda ve 40’larda bu şirket dünyanın o güne dek gördüğü en büyük uyuşturucu karteliydi. Hindistan’dan tonlarca afyon gemilere yüklenip ipek, çay, porselen gibi değerli ihraç mallarının ödemesini yapmak üzere Çin’e götürülüyordu.

1830’ların sonunda Çin afyonla yapılan ticareti durdurmak üzere adım attı ve bu adım 1839-1842 ile 1856-1860 yıllarındaki afyon savaşlarına yol açtı. İlk afyon savaşının sonunda, yüksek teknolojili silahlar karşısında Çinliler tamamen yenilgiye uğradı. Uyuşturucu ticareti yeniden başlamakla kalmadı, aynı zamanda Hong Kong’un kontrolünü de İngiltere’ye verildi. Böylelikle Çin’deki İngiliz yurttaşları için İngiliz hukukunun geçerli olması sağlandı. İkinci afyon savaşının sonunda (ki buna Fransa da katılmıştı), İngiltere, Çinlileri hem afyon ticaretini hem de Amerika kıtalarını Çinlilerin sözleşmeli işçiler olarak (aslında bunlar adı konmayan köleler olacaktı) gemilerle götürülmesini tamamen yasallaştırmak zorunda bıraktı.

Sanayileşme nüfusun büyük bir çoğunluğu için yaşam koşullarını daha kötü hale getirdi; çalışma saatleri ya da asgari ücretler üzerinde herhangi bir yasal kısıtlama olmaksızın, çalışma günü on altı saat sürüyordu ve ödenen ücret sadece yaşamak için en acil ihtiyaçlara yetiyordu. Sendikalar kurulmaya başlamıştı, ancak emek vasıfsız olduğu sürece ve her işçinin yerine kısa sürede bir başkası yerleştirilebildiği için yapabildikleri çok azdı.

Sanayi döneminden önce nüfusun büyük bir bölümü kırsal kesimde yaşamakta ve tarımla uğraşmaktaydı. Sanayileşmeden sonra gıda üretimi çok kolaylaştı, hızla genişleyen ve aşırı derecede kalabalıklaşan şehirlerde kol emeği içim yeni bir talep oluştu. Bu şehirler arasında en fazla büyüyen ve kalabalıklaşan Londra oldu. 19. yüzyıl boyunca işçilerin çoğu, bütün şehri sarmalayan varoş bölgelerindeki küçük odalara sıkışmış şekilde yaşamaktaydı. Varoş evlerin çoğu Thames nehrinin gelgit zamanında yükselen su seviyesinin aşağısında inşa edilmişti, bunun anlamı bunların günde iki kez sifonu çekilen doğal bir tuvalet haline gelmesiydi. Hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde Londra 1841 yılında kolera salgınına maruz kaldı. Ancak, Parlamento’yu bile kapanmanın eşiğine getiren 1858 yılındaki “Büyük Koku” tehdidi sayesinde ciddi bir kanalizasyon sistemi inşasına başlanabildi. Bu arada, kömür kullanan fabrikaların ürettiği o ünlü duman da bütün şehri kaplamış, hava kirliliği artmıştı. İşçi sınıfının çocukları arasındaki ölüm oranı yüzde 80’e çıkmıştı. Ortalama yaşam süresi öyle bir noktadaydı ki yaşayabilen çocuklardan çoğu yetim kalıyordu. Hayırseverlerin para yardımında bulunduğu yetimhanelerin ve hasta çocuklar için kurulan hastanelerin 1852 yılında açılması bile bu sorunları pek az çözebilmişti.

Koşullar sanayileşmekte olan dünyanın her yerinde aynıydı. 1845-1850 yıllarında İrlanda’daki Büyük Kıtlık, İngiliz hükümetinin ekonomiyi yönlendirmekten elini çekmedeki ısrarı nedeniyle şiddetlenmişti, sonucu korkunç koşullara rağmen İrlanda’nın büyük açlık döneminde gıda ihraç etmesi oldu. Nüfus yüzde 20-25 kadar azalmış, neredeyse 4 kişiden biri ya ölmüş ya da göç etmişti. İngiliz hükümeti İrlandalılara yardım etmek için önlemler aldı; yoksullar yasası çıkardı, tahıl ve benzeri şeyleri ithal etti. Ancak şöyle de bir gerçek vardı; İrlandalılar yiyecek satın alamayacak kadar yoksuldu, oysa İrlanda’dan İngiltere’ye gemilerle mısır taşınıyordu, çünkü orada pahalı satılmaktaydı.

Emperyalizm 19. yüzyılın sonunda büyük şirketlerin ortaya çıkmasıyla kapitalizmin bir parçası olmuştu. Ancak bunlar İngiltere ve Fransa gibi büyük Avrupa imparatorluklarında ortaya çıkmadılar. Çoğunlukla ABD, Almanya ve sonraları Japonya gibi ülkelerde ortaya çıkar gibi oldular, küresel emperyalist pastanın kırıntılarıyla yetinmek durumundaydılar. Bir kez daha, kapitalizm avantajlı olmayanların, yani özgün kâr imkanı arayışında olanların elinde gelişmeye daha yatkın olduğunu göstermekteydi.

Amerika Birleşik Devletleri, emperyalist toprak paylaşımında yer tutacak güce ulaştığında, geride çok az toprak kalmıştı. Puerto Rico ve Hawaii’deki birkaç ada üssüne sahip olan ABD’nin, İspanya’nın elinden Filipinler’deki son sömürgesini almanın ve Japonya’yı kendisiyle ticarete zorlamanın dışında yapabileceği çok az şey vardı. Ulaşabileceği hiçbir şey kalmasa da bu durum ABD’nin dünyanın en hızlı gelişen sanayisine sahip olmasını engelleyemedi. Almanya 1871’de henüz yeni birleşik bir ülke haline gelse de çok kısa sürede Avrupa’nın en büyük sanayi gücü oldu.

Almanya Afrika, Çin ve Büyük Okyanus’ta bir imparatorluk kurabilmek için her şeyi yaptı. Bunların hepsini de I. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’ye kaptıracaktı. İşte bütün bunlar, 19. yüzyıl sonlarında, en büyük imparatorluk olmanın artık en büyük ekonomiye sahip olmanın garantisi olmadığının bir işaretiydi. Devir, çok zengin iş adamlarının, kodamanların devriydi; bunlar sanayii yeni yönlere taşıyor ve çağdaş dünyanın şekillenmesine katkıda bulunuyorlardı. Tıpkı petrol imparatorlukları olan Shell ve Rockefeller gibi AT&T, Daimler-Benz, Coca-Cola, Levis, Mitsubishi ve diğer muazzam şirketler işte bu sıralar ortaya çıktılar. Bütün bu şirketler ulusal ölçekte iş yapabilmelerini, Henry Ford’un dahice bulduğu seri üretim bantlarının yaygın kullanımına borçludur.

Üretim kapasitesi ilk sanayicilerin düşlerine bile giremeyecek bir düzeye ulaşmıştı. Dahası bu durum her ürünün maliyetini önceki üretim biçimlerinden daha düşük hale getirdi, böylece aniden orta sınıfın gücü de araba, telefon, ev elektriği ve satılan her şeyi almaya yetti. Orta sınıfa satış yapabilme muazzam bir potansiyel piyasanın kapılarını açtı ve ticaret dengesini değiştirerek sömürgeler yerine anavatandaki daha zengin tüketicilere satışa yöneldi.

ABD, Almanya ve daha sonra Japonya’da yerli tüketicinin gücüne dayanan yeni büyük “ticaret imparatorlukları” kuruldu. Dünya tedricen, sanayi bakımından esas olarak son derece gelişmiş ülkeler arasındaki ticarete dayalı bir ekonomiye yönelmekteydi. I. Dünya Savaşı’na dek ve daha sonrasındaki dönem kontrolsüz düzeyde bir sanayileşmeye ve gelişmeye tanıklık etti. Rusya’daki Bolşevik devrimi ile başka yerlerdeki devrimler de bu durumu değiştiremiyordu.

Savaşın bir faydası olduysa o da ekonomideki gelişmeyi daha ileri götürmesidir, çünkü her ülke ekonomisi kendi askeri kuvvetlerini desteklemek üzere tam gaz çalışmaktaydı. Savaş sırasında kadınlar ilk kez kitleler halinde emek piyasasına katıldılar ve özellikle havacılık ile telekomünikasyon alanlarındaki teknolojik yeniliklere hız kattılar. Bu büyüme özellikle ABD’de hissedildi; ABD’nin savaşa katılımı nispeten kısa sürmüş ve anavatanın uzağında meydana gelmişti. Amerikan ordusunun büyüklüğü 1917’nin başlarında 200 bin askerden yaklaşık 4 milyon askere yükseldi, savaş sona erdiğinde ABD artık dünyanın en güçlü ülkesiydi.

Savaşın sonunda Avrupa imparatorluklarının ekonomileri tükenmişti. Ancak Amerikan ekonomisi gelişkin sanayi kapasitesi ve dünya bankeri olarak edindiği konumu sayesinde büyümesini beklenmedik bir tempoda sürdürdü. Amerikan ekonomik büyümesi öylesine yüksekti ki, bu döneme “kükreyen yirmiler” adı verildi. ABD’nin gerçekleşen toplam geliri 1923 ile 1929 arasında yüzde 20 oranında arttı. Aynı zamanda verimlilik de yüzde 32 artmıştı. Öte yandan bütün bu yeni servetler çok küçük bir azınlığın elinde yoğunlaşmaktaydı.

1929 yılında, nüfusun yüzde 0,1’nin ülke zenginliğinin yüzde 34’ünü elinde bulundurduğu, nüfusun alt kesimini oluşturan yüzde 42’nin kazandığı kadar paraya sahip olduğu hesaplanmıştı. 1920’ler boyunca şirket kârları yüzde 62 oranında artmış ve tepedekilerin kazancı neredeyse iki katına çıkmıştı, işçiler için ortalama artış ise sadece yüzde 9 kadardı. Muhafazakar Coolidge yönetimi, 1926 yılında zenginler için vergileri üçte bir oranında azaltarak durumu daha vahim hale getirdi. Anayasa mahkemesi de benzer şekilde davranmış, 1923 yılında asgari ücret kanununun anayasaya aykırı olduğuna karar vermişti. İşte bu zengin adam cennetinin sonsuza kadar süreceği inancıyla borsadaki spekülasyonlar zirve yapmış, günümüzdeki gibi pek fazla denetim altında olmayan bankalar tarafından yukarılara tırmandırılmıştı.

Çok az insanın elinde bu kadar fazla para olması, sanayi arzının talepten çok fazla olması anlamına geliyordu, kârlar azalmaktaydı. Pek az yatırımcı, piyasanın kendilerini bekledikleri kâr düzeyinde destekleyemeyeceğini fark edebildi. Bunların piyasadan kaçışları başlayınca da bu durum hızla büyük iflasları getirdi. 200’e yakın büyük şirket ülke servetinin neredeyse yarısını elinde tutuyordu; büyük iflaslar, kapitalist ekonomi bakımından hayati önem taşıyan bankacılık sisteminin çabucak çöküşüne yol açtı. Piyasanın çöküşü zaten çarpık haldeki Amerikan ekonomisine büyük darbe vurdu ve bu durum ticareti kısıtlayan, düşünülmeden yapılmış korumacı kanunlarla ikiye katlandı, Büyük Buhran’a girilmiş oldu. İşsizlik arttıkça bunun sonuçları herhangi bir somut koruma ya da sosyal güvenlik planı olmadığından daha da kötüleşti. Avrupa ekonomileri ABD’ye yaslandığından, Buhran Atlas Okyanusu’nu aşıp ardından bütün dünyaya yayıldı.


Kaynak: Dan Cryan, Sharron Shatil, Kapitalizm.


 

Yorum bırakın