Osmanlı Kent Kahvehaneleri

Mahalle, ev ve çarşıyla bağlantıları Osmanlı kahvehanelerini hem tanıdık hem çağa ait yeni mekânlar haline getirmişti. Bu kahvehaneler, kimi zaman evsel mekân, kimi zaman iş yapma, kimi zaman boş zaman geçirme yeri, bir yarenlik mekânı, bir iletişim arenası, kıraathane ya da bir kafa dağıtma alanı oluyordu.  

Kesin bilgiye sahip olmasak da kahvenin İstanbul’a on altıncı yüzyıl ortalarında geldiğini biliyoruz. Burada önemli olan, kahvenin gelişinin kesin tarihi değil; kahve tüketilen yerlerin ve kahve tüketimi çevresine inşa edilmiş ritüellerin, içeceğin kendisinden daha önemli hale gelmiş olduğu gerçeğidir. Dil düzeyinde, kahvehanelere Türkçede ve Arapçada kısaca kahve dendiğini görürüz. Aslında içeceğin adı olan bu sözcüklerin kahvehaneler için de kullanılması, kahve içilen yerlerle kahve arasında neredeyse denk bir ilişki hayal edildiğini gösterir.

On altıncı yüzyıl İstanbul’unda kahvenin şehre gelişinden on, on beş yıl sonra Kâtip Çelebi, “Kahve çekinilmeden içilir oldu, her sokak başında bir kahvehane açıldı”, diye yazar. Peçevi, on altıncı yüzyılda kahvehanelerin son derece popüler hale geldiğini, öyle ki kalabalık yüzünden genellikle ne oturacak ne ayakta duracak yer bulunmadığını belirtir. Artık kimse camiye gitmemektedir. Öte yandan, on dokuzuncu yüzyıl başında İstanbul’daki her yedi sekiz işletmeden birinin kahvehane olduğu da iddia edilir. Kahvehanelerin bütün kent mahallelerinde bulunmasının nedeni, kısmen, ne zaman yeni bir mahalle ya da bir şehir gelişmeye başlasa ya da ekonomik koşullar kahve işi için umut vaat edici görünse hemen kahvehanelerin açılmasıydı. Örneğin, yeni inşa edilen mahallelerde ilk beliren yapılardan biri evlerse, diğeri de kahvehanelerdi.

Bu incelemeye bir arka plan olarak, on sekizinci yüzyıl Osmanlı şehrinin sosyal yaşamında yiyecek sunmanın ve tüketmenin çok büyük öneme sahip olduğunu unutmamalıyız. Yaşamın bu temel unsuru çevresinde sayısız sosyalleşme, boş zaman ritüeli ve politik ritüel dönerdi. On sekizinci yüzyıl Osmanlı şehrinde yemek en çok ev ve aileyle ilişkilendirilirdi, zira restoran kültürü diye bir şey yoktu ve dışarıda yemek çok nadirdi. İnsanlar kendi evinde değilse ancak bir arkadaşının ya da akrabanın evinde yemek yerdi. Osmanlı şehirlerinde yaşayanların genel kuralı bozup dışarıda bir şeyler yiyip içtiği tek yer kahvehaneydi. Aslında, kahvehane, insanların hoş bir akşam yemeğinin yemek hariç bütün eğlencelerini paylaşabildiği ev dışındaki tek yerdi.

Osmanlı kent kahvehanelerinin her yere yayılmasının yol açtığı diğer bir önemli toplumsal değişim, kahvehanelerin geceleri evin dışında bir sosyalleşme vazifesi görmesiydi. Güneş batıp sokaklar boşaldığında insanlar genellikle ya evlerinde ya da mahalle kahvesinde olurdu. Kahve, erkekler için günü gün batımının çok sonralarına kadar uzattı. Bu, çoğu zaman dışarıda oldukları ve eskiye nazaran daha uzun süre ailelerinden uzak kaldıkları anlamına geliyordu. Ayrıca, kahve herkesin tükettiği bir içecekti; her toplumsal sınıftan insan, kahveyi içebilecek durumda olan zenginler bile kahvehaneye giderdi. On dokuzuncu yüzyılda yaşamış bir Britanyalı gezgin, kahvenin “zenginin tesellisi, fakirin temel gıdası” olduğunu yazar. Buna ek olarak iki yüzyıl önce de yoksulların sıvı olarak kahve ve katı gıda olarak da kavrulmuş kahve çekirdeğiyle yetindikleri rivayet edilir.

Osmanlı-Mısır elitleri genellikle evde sosyalleşirdi, çünkü çoğu elit evinin selamlığı misafir ağırlamaya uygun koşulları rahatlıkla sağlayabilirdi. Mütevazı evlerde yaşayanlar ya da hiç evi olmayanlar için kahvehane bu yüzden çok önemliydi. Osmanlı mahalle kahvehaneleri mahallenin erkeklerine arkadaşlarıyla bir araya gelecekleri bir tür selamlık sunarken, özerk fakat geçici bir kadın mekânı olarak evi de kadınlara bıraktı. O halde, kahvehanenin; şehir, şehir sokakları ve işlek caddelere kıyasla ev dünyasıyla daha fazla ortak özelliğe sahip bir mekân olduğu iddia edilebilir, eviyse zaman zaman kadınların sohbet edip sosyalleşmek için toplandığı bir mekân olarak görebiliriz. Buna ek olarak, konuk ağırlama işinin ara sıra kahvehaneye taşınmasından da (selamlık) bahsedilebilir.

Osmanlı evlerinde kahve hazırlayıp, ikram etmek kadınların görevi kabul edilirdi. Kadınlar kendi kahvelerini haremlikte içer ve misafirlerine sunardı. Daha varlıklı aileler, tek görevi aile üyelerine kahve hazırlamak olan kadınlar çalıştırırdı ve bu üst sınıf evlerinde “eski bir geleneğe göre kahve ikram edilirken bütün köle ve hizmetçilerin odaya girip kollarını kavuşturarak bir köşede durması gerekirdi”. Kahve kadınların ev içi emeğiyle ilişkilendiriliyordu ve kadının ev içindeki misafirperverliğinin bir işareti olmuştu.

Müslüman dünyasına girdiği zamanlardan beri kahveyle şarap arasında yakın bir ilişki olduğu düşünülmüştür. Henüz kahvehaneler yokken kahve içenler meyhanelere giderdi. Dahası, her ikisi de yargı bozukluğuna neden olduğu, kan akışını hızlandırdığı, zihni ve duyguları uyardığından, kahvenin etkilerinin şarabınkilerle benzer olduğu düşünülürdü. Dini âlimlerin kahvenin yasadışı kabul edilip yasaklanması için öne sürdüğü nedenlerden birinin kahvenin yanması olduğunu da hatırlamalıyız. Kâtip Çelebi, bu yüzden kahve aleyhine verilen fetvalara atıfta bulunur. Buna ek olarak Peçevi de kahve ve kahvehanelerin yasaklanması artık ihtimal dışı olacak kadar popüler hale geldiğinde dini yetkililerin kahvenin aslında tamamen yanmadığını iddia ederek fikir değiştirdiğini yazar. Ayrıca Peçevi, bize ulema, şeyhler, vezirler ve toplumun önde gelenleri arasında kahve içmeyen tek bir kişi bile bulunmadığını anlatır.

Sonuç olarak, Osmanlı dünyasında kahve türlü toplumsal, dini, politik, tıbbi ve ekonomik anlamlarda yüklü bir maddeydi. Bazılarına göre, içenin bedenini, ruhunu kötü etkileyebilen, dinen yasaklanmış bir içecekti. Osmanlı dünyasında kahve toplumsal tezahürünü kahvehanede buldu ve içeceğin kendisi gibi bu kurumlar da insanlarda birbiriyle yarışan türlü duygu ve kanaatler uyandırdı.


Kaynak: Alan Mikhail, Gönül Arzu Eder ki: Toplumsal Cinsiyet, Kentsel Mekân ve Osmanlı Kahvehaneleri.


 

Yorum bırakın