Populus Romanus

Populus Romanus anlamında Roma kimliği, içsel olarak yaratılmış ve ortak bir kültürel ve entelektüel gelenek, bir hukuki sistem ve ortak bir iktisadi ve siyasi geleneğin bir parçası olma isteği üzerinden yükselmiş anayasal bir kimlikti. Kısacası, Romalı, kelimenin tüm anlamlarıyla, etnik değil anayasal bir kategoriydi. Barbar ise, bilakis, klasik etnografya ve emperyalizmin yüzlerce yıllık varsayım ve önyargılarını çeşitli halklara yansıtan icat edilmiş bir kategoriydi. Bu iki kategori, Romalıların aralarındaki uçurumu vurgulamalarına rağmen, zorunlu olarak birbirlerini dışlamıyordu. Bir kişi hem Romalı hem de barbar olabilirdi. Ayrım, her zaman gerçek olmaktan ziyade kuramsaldı; dördüncü ve beşinci yüzyıllarda her zamankinden daha bulanık hale geldi.

Romalı, Roma İmparatorluğu’nda geçici ya da kalıcı olarak yaşayan milyonlarca insan için kendini tanımlamanın birincil aracı değildi. Bireyler ulusal ya da etnik bir kimliği paylaşmaktan ziyade, öncelikli bağlılıklarını sınıf, meslek ya da şehre yöneltmeye eğilimliydiler. Hiç şüphe yok ki erken üçüncü yüzyıldan başlayarak, yurttaşlık pek az şey ifade ediyordu. Milattan sonra 212’den itibaren, imparatorluğun hemen tüm sakinleri Roma yurttaşı olmuştu; bir zamanlar gıpta ile bakılan bir statü, artık mali ve askeri sorunlara bulunmuş basit bir çareydi. İmparator Caracalla Roma yurttaşlığını, herkesin lejyonlarda hizmet verebilmesini ve sadece yurttaşların yükümlü oldukları miras vergilerini ödemesini sağlamak için tüm nüfusa genişletmişti.

İmparatorlukta yaşayan hemen her özgür kişinin Romalı olmasıyla birlikte, kendini “Romalı” olarak tanımlamak da önemini yitirdi. Kimliğe dair etnografik çalışmalar göstermiştir ki, önemli “etnik” kimlikleri oluşturanlar çoğu kez, merkezdekilerin aksine sürekli olarak etkileşim halinde bulundukları “öteki”lerle karşıtlık içinde grubun sınırlarında yaşayanlardır. Fakat Roma yurttaşlarının büyük bir kısmı diğer yurttaşlarla çevrilmiş bir şekilde yaşadığından ve pek çoğu Tuna’nın öbür yakasındaki “özgür Germenleri” hiç görmediğinden ya da Berber aşiretleri ile karşılaşmak için Sahra’nın kumlarını geçmeyi göze alamadığından, Romalılıkları merkezi kimliklerinin belirlenmesinde diğer etmenlerden daha az önem taşıyordu. Gerçek dayanışmalar (ve karşıtlıklar), sınıfsal, bölgesel, mesleki ve kimi sınırlı durumlarda dini farklılıklardan kaynağını alıyordu. Barbar, yaşanmış tecrübelerin bir parçası olarak değil, bir kuramsal kategori olarak vardı, tabii eğer vardıysa.

Roma dünyasındaki esas bölünme kölelerle özgür olanlar arasındaydı. İmparatorluk her zaman, ister savaşlar yoluyla imparatorluğun dışından isterse cezalandırma ya da statünün mirası yoluyla içinden elde edilmiş olsunlar, tarım, ziraat ve sanayi emeğinin büyük bir kısmının köleler tarafından sağlandığı, köle temelli bir toplum olagelmişti. Köleler efendilerinin kaprislerine tabiidiler ve onları koruyan yalnızca iktisadi değerleriydi. Fakat bununla birlikte, efendiyle köleyi birbirinden ayıran keskin ırksal, etnik ya da dini sınırlar yoktu. Kimi kölelerin Sahraaltı Afrika ya da Almanya’nın ormanlarından yeni getirilmiş oldukları ve her iki grubun da deri renkleri, ebatları ve egzotik görünüşleriyle ayırt ve talep edildikleri doğruydu. Fakat çoğu, belki de köle statülerini belirten dövme ya da semboller veya efendilerinin attığı dayaklar nedeniyle oluşan diğer izler dışında, nüfusun geri kalanından ayırt edilebilir değillerdi.

Bir köle ile özgür bir insan arasındaki ayrım, teoride mutlak olmamakla birlikte belirli bir geçişkenliğe de sahipti. Özgür erkek ve kadınlar ceza hukuku ya da medeni hukuk yoluyla köleleştirilebildikleri gibi, köleler de özgür toplum içinde kendilerine bir alan bulabilir ve oluşturabilir ve zamanla kölelikten kurtulabilirlerdi. Efendileri, Romalı kölelerin boş zamanlarında kazandıklarıyla peculium adı verilen kendi mülklerine sahip olmalarına izin verebilirdi. Her ne kadar normal zamanlarda cüzi bir para olsa da bu, nadiren kölelerin kendilerinin ve ailelerinin özgürlüklerini satın almalarını sağlayabilirdi. Bu olmasa da, Romalılar uzun zamandan beri, özellikle cenaze törenlerinde, köleleri azat ettikleri kamusal cömertlik gösterilerinde bulunuyorlardı; çünkü böylece cenaze töreni minnettar ağıtçılardan oluşan bir kalabalık tarafından izlenebiliyordu.

Özgürleşen köleler, yasalar karşısında özgür oldukları ve toplumun geri kalanının karşısında özgürce hareket edebildikleri, fakat yine de eski efendilerine hürmet gösterme, ödeme yapma ve destek verme gibi belirli yükümlülüklerle bağlı oldukları bir ara dünyada yaşıyorlardı. En azından teoride, özgürleşmiş insanın statüsü çocuğuna miras kalmıyordu. Kölelerin torunları şans ve yeteneklerinin onları taşıdığı yere kadar yükselebilirlerdi. Göz alıcı yükselmeler nadiren gerçekleşiyordu; fakat bu kadarı bile kölelikten zenginliğe yükselme hayalini ve yasalar karşısında bir nesne statüsünden bir birey statüsüne geçme ihtimalini sürdürmeye yetiyordu.

İmparatorluğun özgür yurttaşları arasında, nüfusun elit kesimlerini kitlelerden ayıran uçurumlar çok derindi. Başkalarının topraklarında ortakçı ya da kiracı çiftçiler olarak çalışan köylüler, kölelerden zar zor ayırt edilebilir durumdaydı. Elitler, ya da honestiores, zenginlikleri ve Roma devleti nezdindeki değerlerine binaen, yasal olarak korunmuş haklardan yararlanıyorlardı. Sıradan insanların, yani humiliores‘in aksine, kitlerin üzerinde en ağır ve aşağılayıcı yükümlülük ola bedensel cezalardan muaftılar. Sıradan yurttaşlarsa, tamamen iktisadi bir açıdan bakıldığında imtiyazlı kölelerden daha kötü durumda olabilir ve hayatlarının birçok vehçesi üzerinde kontrol sahibi olan zengin toprak sahipleriyle hiçbir ortak noktaya sahip olmayabilirlerdi. Üçüncü yüzyılda, vergi, askerlik ve nüfus düşüşünün yarattığı baskılar altında, kiracı çiftçilerin, yani colon‘ların statüleri giderek daha fazla kölelerinkini andırmaya başladı. Toprak sahipleri, mülkleri üzerinden vergi toplamak zorunda olduklarından ve boş topraklar da herhangi bir vergi geliri üretmediğinden, toprak sahiplerine emek gücünü kontrol etme gücü verildi. Tarımda çalışma (diğer meslekler gibi) kalıtsal hale geldi. Toprak sahipleri kaçak kiracıları takip etme ve onları mülklerine dönmeye zorlama yetkisiyle donatıldı. Üçüncü ve dördüncü yüzyıllarda, toprak sahipleri kiracıları üzerinde, giderek daha fazla, yalnızca geleneksel Roma patronaj haklarını değil aynı zamanda daha büyük bir siyasi iktidarı da içeren bir tür otorite kurmaya başladılar.

İmparatorluktaki toprak sahipleri iktisadi güç ile siyasi prestiji yerel ve bölgesel bir düzeyde tekelleştirdiler. İmparatorluğun her köşesinde, konumlarını topraktan gelen zenginliğe borçlu belediye meclis üyeleri, kamusal hayata hakim oldular. Roma yönetim sistemi ve Roma dünyasını oluşturan “serbest ticaret bölgesi”nden en doğrudan kazanç sağlayan onlardı. Aynı zamanda en önemlisi aracılar vasıtasıyla yıllık vergi matrahın ne kadarın kimin ödeyeceğine ve bu yerel fonların nasıl kullanılacağına karar veriyor ve böylece kendi patronaj ağlarını inşa edip genişletiyorlardı. Bu vergiler kendileri açısından büyük bir maliyet teşkil etmeden toplanabildiği sürece, bu tür bir hizmet yerel eşraf arasına girme isteğinin temel amacıydı.

Bu elitler kitlelerden yalnızca zenginlikleri ile ayırt edilmiyorlardı. Zenginlik ile birlikte paideia, yani kültür de geliyordu ki bu, yalnızca Romalı değil aynı zamanda uygar olmayı da belirleyen en önemli özellikti. Honestiores, taşra elitlerinin yaşam biçimlerinin bir gereği olan eğitim vasıtasıyla, kimliğini Roma kültürünün geniş dünyasının bir parçası olarak geliştirdi. Fakat paideia‘nın onlara açtığı kültürel dünyalar ne kadar geniş olursa olsun, pek çok yerel elit, mülklerinin bulunduğu bölgelere sıkı sıkıya bağlı kaldı. Suriye’den Galya’ya, Kuzey Afrika’dan Tuna sınırına, yerel toprak sahipleri bölgelerinin ya da patria‘larının özgünlüklerine derin bir şekilde merbuttular. Bunun pek çok nedeni vardı. Başlangıcından bu yana imparatorluk, belirli antlaşmalarla Roma şehrine bağlanmış şehirler (ve onları çevreleyen topraklar) arasında kurulmuş bulunan bir şebekeydi. Pek çok yerel soylu, Roma İmparatorluğu’nun gelmesinden önce, aileleri yerel topluma hakim olan bölgesel elitlerin soyundan geliyordu. Roma’nın çoğulcu kültürel ve dini geleneğinde, merkezi devlet hiçbir zaman Roma değerlerine tamamen katılımı talep etmemişti. Mümkün olan her durumda, yerel gelenek ya Roma’nınkine asimile edilmiş ya da onunla eşitlenmişti. Bununla birlikte, bir kişinin daha önceki aşiret ya da kültürel geleneklerindeki Roma öncesi ailevi konumunu unutması gerekmiyordu. Bunlar taşra soyluları için gurur noktaları olabilirdi ve oldular da. Bu nedenle, Romalı olmak, yeni için eski yollardan vazgeçmek anlamına gelmiyordu; daha ziyade, yeninin içindeki eskiyi keşfetmek demekti.


Kaynak: P. J. Geary, Uluslar Miti ve Avrupa Kimliği.


Yorum bırakın