Post-Truth ve Postmodernizm

Post-truth sözcüğü Oxford Sözlükleri tarafından “nesnel olguların, kamuoyu oluşturmada, duygulardan ve kişisel inançlardan daha az etkili olması durumu” şeklinde tanımlanmaktadır ve hakikatin önemsizleşmesi olarak Türkçe’ye çevrilebilir. Hakikatin önemsizleşmesi, gerçek ile ona ilişkin yargılar arasındaki uygunluğun ortadan kalkmasının umursanmamasıdır. Bir başka deyişle hakikatin düşüşüdür. Bu tanımlama yapılırken bilgiyle ilgili olan “hakikat” sözcüğünün, varlıkla ilgili olan “gerçeklik” sözcüğü arasındaki anlam farkı vurgulanmalıdır.

Gerçek, nesnel gerçekliği, hakikat (doğruluk) ise bu nesnel gerçekliğin zihnimizdeki yansısını temsil eder. Afşar Timuçin “Gerçekliği doğrulukla karıştırmamak gerekir; doğruluk yargıda kendini gösterir ve gerçekliğin düşünsel düzeyde ya da zihnimizde onaylanmasıyla ilgilidir” diyerek aradaki farka dikkat çekmiştir. Gerçeklik; zihnimizin dışında, zihnimizden bağımsız olarak var olan kesinliği belirtirken, doğruluk; düşüncenin gerçekle uyuşması, gerçekliğe uyan bilgi, yargı ve önermelerin gerçekliğe uyması anlamlarına gelmektedir.

Hakikatin önemsizleşmesi kavramı, orta sınıf profesyonellerden oluşan geniş bir kesimin desteğiyle sol eğilimli liberallerin, devlet sponsorluğundaki hakikatten kurtulmanın yollarını ararken, onun yerine inşa ettikleri yeni bir bilişsel kısıtlanma biçimidir. Otuz yılı aşkın bir süredir postmodern felsefenin çatısı altında, “hakikat”, artık entelektüel zihinlerin inanmayacağı “büyük anlatıların” bir türü olarak itibarsızlaştırılmaktadır. Naif ve/veya baskıcı olmakla suçlanıp reddedilen tekil “hakikat”in yerine, kabul ettirdikleri yeni sağlam entelektüel inanç ise, her zaman çoğul ve göreceli olan “hakikatler”dir. Postmodernizmin görecelilik ilkesi çerçevesinde, hakikat, onu yapan kişiye göre değişmektedir. Evrensel bir hakikat oluşturmak için kendimize özgü olanın dışında hiçbir pozisyon yoktur.

Örnek olarak; 1990’ların ikinci yarısında ekonomide hakikatin önemsizleşmesini destekleyen bir şekilde markalaşma, yeni kategorilere ayrılmış “yaratıcı endüstriler”in temel faaliyet alanı olmuştur. “Marka” olarak isimlendirilen efsanevi düşünce, büyülü bir sistem oluşturarak hızla büyümüş ve oluşturduğu gelirleri katlamıştır. Marka, etiketlendiği ürünlerin, onu tüketen kişiye farklı kazanımlar, itibar ve statü getireceğine yönelik ikna edilmiş kitleler yaratarak, bant üretiminden kat kat fazla gelir ve zenginlik üretme becerisine ulaşmıştır. Hakikat olan üretim, hakikatin önemsizleşmesi olan ise marka olmuştur.

Ashley, Derrida ve Foucault gibi postmodern düşünürler, okuyuculardan dili, kurumları ve aktarılmış bilgeliği ve sözcüklerin, öykülerin, sanatın ve mimarinin iktidar ve “hegemonya” biçimlerini nasıl olup da kutsallaştırabildiğini sorgulamalarını ve yapı-söküme uğratmalarını ısrarla talep etmişlerdir. Bunu yaparken nesnel gerçeği sorgulamışlar ve gerçeklik ve hakikat kavramlarının altlarını oldukça oymuşlardır. Onların doğal kavramları; ironi, yüzey, yabancılaşma ve parçalara ayrılmaydı. Postmodern düşünürler, klasik felsefenin soyut ideallerinden ziyade dili ve kültürü “sosyal inşalar” olarak, siyaseti de iktidarın sınıflar, ırklar, cinsiyetler arasındaki dağılımı olarak anlamayı tercih ettiler. Ve eğer her şey “sosyal inşa” ise, o halde neyin yanlış olduğunu kim söyleyebilir ki?

Belirsizliğin ve düzensizliğin hâkim olduğu bir postmodern dünya tasarımında, hakikatin var olup olmadığı tartışmalı hale gelmiştir ve var olduğu şüpheli olan bu hakikatin akılla bulunabileceğine ilişkin inanç da sarsılmıştır. Bu yeni durum, tarihin ve bilginin kesintisiz bir ilerleme değil, kesintilere ve kopuşlara tabi olduğu sonucunu doğurmuştur. Yani tarih de, bilgi de görecelidir ve ikisinin de hem momentumunu hem de konumunu aynı anda tespit edebilmek olanaksızdır. Bundan böyle tek bir hakikatten söz edilemez; her şey öznenin bakış açısına göre değişmektedir. Kısacası her şey görecelidir ve hiçbir bilgi kesinlik iddiasında bulunmaz. Böyle bir ortamda da, kimin gerçeğe daha yakın olduğu gibi bir soru sormak anlamsızdır. Yani artık aydına, seçkine ve entelektüele bir gereksinim yoktur. Nasıl olsa gerçeğe ulaşılamamaktadır ve bu anlamda üretilen tüm düşünceler ve akıl yürütmeler denktir. Bunlar arasında denkliği bozabilecek tek farklılık estetik farklılıklardır ve gerisi boştur.

Postmodern bir ortamda hakikat artık yitmiştir ve önemli olan hakikate ulaşmak değil, daha estetik olana ulaşmaktır.  Siyaset dil oyunlarına dönüşmüş, sanat ile piyasa birbirleriyle örtüşmüş, seçkin avangardın yerini anti-seçkin kitsch almıştır. Gerçeğin temsil edilemediğinin düşünüldüğü bir ortamda artık temsillerin temsilleri yapılmaktadır, her şey birer göstergeye dönüşmüştür fakat gösterilenin kendisi ortadan kalmıştır. Artık tüm toplum ve sosyal alan bir “simülakr”tan (bir olay veya nesneyi varmış gibi yapmak) ibarettir ve gerçeğe ulaşma hedefinin yerini hazza ulaşma almıştır.

Postmodern kurguda anlam yoktur fakat yorumlar vardır. Yorumlar ise bir hakikati ifade etmemekte, bu nedenle hem aynı konuda başka yorumlara açık olmakta hem de bir yorum olan kendisini de yeni yorumlara açmaktadır. Her bir yorum, incelenenin şifrelerini sökmek yerine, ona yeni bir açılımla beraber yeni şifreler koymaktadır. Dolayısıyla anlam sürekli olarak ötelenmektedir. Bu ise yorumlarla ikna edilecek kitlenin ikna edilmesini zihinsel değil, hissi bir eyleme dönüştürmektedir. Postmodern evrede hangi yorumun seçileceğine ilişkin kitlenin elinde bir araç yoktur. O yüzden hangisine inanmak isterse onu seçer; neye inanıldığı anlık ve uçucu bir şeydir. Aynı şeye yüklenen anlamın dönüşmesinde hiçbir beis yoktur ve kitle neye inanmak ister, neye inanmaya razı olursa ona inanacaktır. Çelişkiler, tutarsızlıklar hiçbir önem taşımaz.

Postmodern düşünürler için bilginin artması, anlamın da arttığı ya da hakikate yaklaşıldığı anlamına gelmez. Onlara göre bilgi artışları yasaları keşfetmeye değil, yeni yorumlar yapmaya yarar. Fakat yorumlar arasında bir hiyerarşi olamaz. O halde entelektüellerin ve seçkinlerin artık topluma hakikate ulaşma doğrultusunda önderlik yapmalarını beklemek anlamsızdır. Madem nesnel bir hakikate ulaşılamaz ve hakikat görecelidir, o halde herkes kendi hakikatinin peşinden gidebilir. Baudrillard “Daha ve daha fazla bilginin ve daha ve daha az anlamın olduğunu bir dünyada yaşıyoruz. (…) Bilginin anlamı ürettiğini düşünüyoruz fakat olup biten tam tersidir” diyerek bu durumu özetlemeye çalışmıştır. Böylece postmodernist metinler, hakikatin önemsizleşmesinin yolunu açmıştır.

Bilimsel, hukuksal, siyasi ve ticari uygulamalarda hakikatin bağlayıcı bir güç olarak yükselişi insanlık tarihinde kademeli ve zor kazanılan bir zaferdi. Bugün postmodernist felsefenin açtığı bu yolda bu rasyonel hakikat birikimi saçılıyor, getireceği riskler görülmeden elden çıkarılıyor. Ballard’ın söylediği üzere: “Eskiden ne denli karmaşık ya da belirsiz olursa olsun, dış dünyanın gerçekliği temsil ettiğini varsayardık. Bu roller yer değiştirdi. Çevremizdeki dünyayı ele almanın en akıllıca ve en etkili yolu, onun bütünüyle kurgudan oluştuğunu varsaymaktır – ama aksine, bize kalan küçük bir parça hakikat kafamızın içindedir”. Böylece zihnimizdeki kurmaca öznel bir hakikate yükselirken, çevremizdeki dünyanın gerçekliği ve hakikati bir kurmacaya iniyor. Öznellik, nesnelliğe üstünlük sağlıyor; nesnel hakikat, yerini öznel hakikate bırakıyor. Her biri başka başka zihinlerin içine sıkışmış, aktarılamayan, içe kapalı hakikatler bolluğunda, hiçbir öznelliğin bir diğerine üstünlük sağlayamadığı toplumun ortak rasyonalitesini sakatlayan bir saçılmanın ilanı veriliyor. 2600 yıl önce söylenen Protagoras sözü yeniden temel ilke haline geliyor: “İnsan her şeyin ölçüdür”.


Kaynak: Yalın Alpay, Yalanın Siyaseti.


 

“Post-Truth ve Postmodernizm” üzerine bir yorum

Yorum bırakın