Yapısöküm — Jacques Derrida

İlkin, yapısöküm olumsuz değildir. Yıkıcı değildir, iç bir özü açığa çıkarmak için ayrıştırma, ayırma, bozma amacı gütmez. Yapısöküm, yoksunluk düşüncesiyle bağlantılı değildir, olumsuzlama düşüncesiyle de bağlantılı değildir, diyalektik de değildir. Öze yönelik, şimdi burada olmaya yönelik sorular sorar, aslında iç/dış, görüngü/görünüş taslağına yönelik sorulardır bunlar, kullandığınız imgenin doğasında varolan tüm bu karşıtlıklara yönelik sorular. Sorun bu mantığın kendisiyle ilintili.

“Yapısöküm”, sözcüğünde niyetim Heidegger’deki Abbau gibi bir sözcüğü çevirmekti –Destruktion Heidegger’de de olumsuz bir sözcük değildir– bir dizgenin ya da yapının ya da parçalardan oluşan bir bütünün, tarihsel açıdan konuşulduğunda bir geçit bulması sorunudur. Yıkmak, yok etmek değil derdi, ne de temizlemek; daha çok olanaklarına, anlamına razı olmaktı; yapımına ve tarihine.

Varlığın ötesine geçmek konusu, beni derinden ilgilendiren bir konu. Yapısökümün varlığın ötesine gitmeyi gerçekleştirme aracı olduğunu düşünüyorum, hiç değilse burada olma olarak varlığın ötesine.


Ben metinde öz yoktur demezdim, ama öz metnin söyleyeceği son söz değildir. Her zaman kurulması gereken bir artı değer var, bir serpilme var, gizli anlama ya da metnin özüne ilişkin olarak, metinde gizli duran bir serpilme.

Serpilme, yalnızca çokanlamlık olmayan bir çokluk ilkesidir. Çokanlamlılık anlam çokluğudur, bir çeşit belirsizlik, gelgelelim duyum, anlam, anlambilim alanına aittir, belli bir öbeklenme, bir araya toplanma çevreni içerisinde belirlenir. Serpilme anlam düzenine ait bir şey değildir; yalnızca anlamlar çokluğunu aşmakla kalmaz, anlamını da aşar. Bu serpilme devinimini metinde, yazıda okumaya çalışıyorum; bu devinim ne anlamla ne de izlek alanıyla egemenlik altına alınamaz.

“Yazar” terimi metni üreten, izlekler, savlar, duygular içinde metni bir araya getiren birini dile getirir. Serpilme açısından, yazar diye bir şeyin olmadığını söylemezdim, ama “yazar” adını her kim taşıyorsa, bu yasal değergesi yazarın kendine göre ayarlanan, metince belirlenen, metinde metin yoluyla yer alan biridir. Metninden önce yaratıcı bir tanrı konumunda değildir.


Sözmerkezcilik (logocentrism), kısaca söylersek, daima başarısızlığa uğrayabilecek bir çaba, varlığın anlamını sözde, söylemde ya da akılda arayan (legein bir söylem içinde toplamak ya da bir araya getirmektir), yazıyı da tekniği söze göre ikincil olarak gören bir çabadır.

Yazılan her şey bir göstergedir. Elbette sözmerkezcilik eleştirisi kuşkusuz aynı zamanda bir gösterge eleştirisidir: kendisini Batı geleneğinde, Saussure’ün yazılarında, kurmuş olan gösteren/gösterilen ayrımına yönelik bir eleştiri sağlar. Genel olarak Saussure eleştirisinden değil, beni gösterge kavramının kendisinin yapısından kuşku duymaya götüren, gösterge kavramına belli bir Saussurecü yaklaşımla yanaşılmasından, gösterenin gösterilene boyun eğmesinden söz ediyorum.

Bu sorunun yapısökümünde olanaklı iki yol var: Birincisi göstergenin belli başlı zorunlu özniteliklerinin anımsanmasından oluşur. Gösterge olmadan düşünce olmaz; Saussure buna benzer bir şey söylemişti. İkincileyin insan sözmerkezciliğin öznitelik iminin ayırdına ancak gösterge kavramı içinde varabilir. Dolayısıyla da burada gösterge düşüncesinin eleştirilmesi söz konusudur. Bu nedenle “gösterge”den çok, “im” ya da “iz” üzerine konuşmayı yeğliyorum: İz düşünceyle birlikte, gösteren ile gösterilen arasındaki ayrım bundan böyle hiçbir biçimde olanaklı olmaz, sözcüğün yetkesine dair ayrılık da sözcüğün birliği de sorun edilmiş olur. Bu yüzden, doğal dilde sözcük diye bir şey yoktur diyeceğim, kendini kendinde taşıyan, hiç değilse yan anlamlarında, indirgenemez bir simgesellik alanı yok. İster bir anlamın ister bir gösterilenin şeffaf betimi olsun, hiçbir sözcük mutlak olarak tek anlamlı, şeffaf değildir.


Kaynak: Raoul Mortley, Fransız Düşünürleriyle Söyleşiler.


 

Yorum bırakın