Varoluşçuluk — Sartre

Varoluşçuluk deyince, insanın yaşamasına yol veren ve her gerçeğin, her eylemin bir çevreyi, bir insancıl özelliği kucakladığını gösteren bir öğreti anlıyoruz. Bu doktrine göre ilkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır. Yani, “Varoluş, özden önce gelir”. Varoluşçu anlayışa göre insan daha önce tanımlanamaz, belirlenemez; hiçbir şey değildir o zaman. Ancak sonradan bir şey olacaktır ve kendini nasıl yaparsa öyle olacaktır. İnsan yalnızca kendi anladığı gibi değil, olmak istediği gibidir de.

Şunu demek istiyoruz: İnsan, bir geleceğe doğru atılan ve bu atılışın bilincine varan bir varlık olarak ortaya çıkar. O, öznel olarak kendini yaşayan bir tasarıdır. Bu tasarıdan önce anılacak hiçbir şey yoktur. Gökyüzünde hiçbir şey anlaşılmaz ondan önce. İnsan, nasıl olmayı tasarladıysa öyle olacaktır. Olmak isteyeceği şey değil, tasarlayacağı şey yani. İstemek deyince bilinçli bir kararı anlıyoruz; irade denen şeyden daha köklü, daha kendiliğinden bir seçmenin belirtisi. “İnsan kendi kendini seçer” dediğimizde de her birimizin kendi kendini seçmesini anlıyoruz. Ama insan kendini seçerken bütün insanları da seçer. Kendini seçmesi bütün öbür insanları da seçmesi demektir aynı zamanda. Olmak istediğimiz kimseyi yaratırken herkesin nasıl olması gerektiğini de tasarlarız. Hiçbir edimimiz (fiilimiz) yok ki olmasını zorunlu saydığımız bir insan tasarımı (tasavvuru) doğurmasın bizde. Demek ki seçtiğim belirli bir insan tasarısı kuruyorum, yani kendimi seçerken gerçekte ‘insanı’ seçiyorum.

Öte yandan, bütün insanları seçerken insan kendini de seçmiş olur. Şöyle ya da böyle olmayı seçmek bir bakıma seçtiğimiz şeyin değerli olduğunu belirtmek demektir. Çünkü hiçbir zaman kötüyü seçmeyiz. Hep iyiyi (iyi sandığımızı) seçeriz. Herkes için iyi olmayan şey, bizim için de iyi olamaz. Bağlanan ve yalnızca olmak istediği kimseyi değil, bir yasa koyucu olarak bütün insanlığı seçen kişi, o derin ve tümel (külli) sorumluluk duygusundan kurtulamaz. Varoluşçular buna “İnsanlık bunaltıdır!” derler. Bulantının sürekli oluşu ilk seçiş halinin sürmesine bağlıdır. Birçok kişi bu sıkıntıyı (bu iç daralmasını, bu boğuncu) yaşamaz. Ama biz yine şunu öne süreceğiz: Onlar, bunaltılarını maskeleyerek ondan kaçarlar. Nitekim çoğu kimse yaptığının yalnızca kendini bağladığına, yalnızca kendini sorumlu kıldığına inanır. Gerçekte bunaltı, edimlerin tam doğrulanamayışından gelen ve herkese karşı duyulan sorumluluktur.

Dostoyevski, “Tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu!” diye yazmıştı. (İşte bu söz, varoluşçuluğun çıkış noktasıdır.) Gerçekten de Tanrı yoksa her şey yeğdir (mubahtır), hiçbir şey yasak değildir. Bu demektir ki insan kendi başına bırakılmıştır. Artık hiçbir özür, dayanak bulamayacaktır yaptıklarına. Varoluş özden önce gelince, verilmiş ve donmuş bir insandan söz edilemez elbet. Önceden belirlenmiş, donmuş bir doğa açıklanamaz çünkü. Başka bir deyişle gerekircilik (déterminisme), kadercilik yoktur burada, kişi özgürdür, insan özgürlüktür.

Öte yandan, Tanrı olmazsa gidişimizi haklı gösterecek değerler, buyurular da olmaz karşımızda. Ne önümüzde ne de ardımızda -değerlerin ışıklı alanında- bizi haklı, suçsuz kılacak şeyler vardır. Yalnız ve özürsüz (mazeretsiz) kalmışızdır. Bu durumu, “İnsan özgür olmaya mahkûmdur, zorunludur!” sözüyle anlatıyorum. Zorunludur, çünkü yaratılmamıştır. Özgürdür, çünkü yeryüzüne geldi mi, dünyaya atıldı mı bir kez, artık bütün yaptıklarından sorumludur.

İnsan kendi tasarısından başka bir şey değildir; kendi yaptığı, gerçekleştirdiği ölçüde vardır; yani hayatından, edimlerinin toplamından ibarettir!

Biz burada çıkış noktası olarak Descartes’ın görüşünü (‘cogito’sunu) benimsiyor, ondan başka gerçek olamaz diyoruz: “Düşünüyorum, öyleyse varım!”, bilincin kendiliğinden ulaştığı mutlak gerçek (hakikat) budur. Kişiyi, kendi kavradığı bir ânın dışında ele alan her kuram gerçeği ortadan kaldıran bir kuramdır. Çünkü Descartes’ın ‘cogito’su dışında her şey olasıdır (ihtimalidir). Üstelik bu gerçeğe yöneltmeyen her olasılık öğretisi hiçlik içinde yok olup gider. Olasıyı tanımlamak için gerçeği ele geçirmek gerekir. Yani yaklaşık bir gerçeğin var olması için ortada mutlak bir gerçeğin bulunması gerekir. Bu mutlak gerçek ise basit, varılması kolay, herkesçe kavranabilir bir gerçektir: İnsanın bir aracıya başvurmaksızın kendini anlaması, özünü bilmesi gerçeği…

Gelgelelim biz, “düşünüyorum”, deyince -Descartes’la Kant’ın felsefesine aykırı olarak- kendimizi ‘başkası’nın karşısına çıkarmış, kendimizle birlikte ‘başkası’nı da anlatmış oluyoruz. Giderek başkası da bizim kadar kesinlik kazanıyor. Böylece ‘cogito’ ile dolaysızca kendini kavrayan insan, aynı zamanda başkalarını da bulmuş, kavramış oluyor; başkalarını kendi varoluş nedeni, koşulu olarak görüyor. Yani kendisiyle ilgili bir gerçeğe varması için başkalarından geçmesi gerekiyor. Demek ki ‘başkası’ hem varoluşum hem de kendimi bilişim için gerekli. Nitekim benliğimin tanımlanmasına; beni düşünen, bana karşı ya da benim için bir şeyler isteye bir özgürlük olarak onun da ortaya çıkarılmasına yol açıyor. Bundan sonra, ‘öznelerarası’ adını vereceğimiz bir evren buluyoruz karşımızda. İşte bu evren içindedir ki insan kendinin ve başkalarının ne olduğunu anlıyor.


Kaynak: Jean-Paul Sartre, Varoluşçuluk (Çev. Asım Bezirci).


 

Yorum bırakın