Kant Devrimi

Tanrı olduğunuzu düşünün. Tanrı olarak benim için verili olan bir şey yoktur. Ama karıştırmamak gerekir: Verili olanlar, yalnızca zavallı yaratıklar için vardır, hatta yaratığın tanımı budur. Kendisi için, verili olan bir şeyin olduğu varlığa yaratık denir. Oysa yaratıcı olan Tanrı olarak, veren de vermeyen de benimdir, o anda benim dışımda, benim yaratmadığım hiçbir şey olmayacaktır. Ben yaratırım, yani benim için verili olan bir şey yoktur. Yaratığa başka tür bir yaratık veririm, yani dünyayı yaparım. Bu çok basit bir anlama gelir: Sonsuzun bakış açısından, verili olan hiçbir şey yoktur. Diğer bir deyişle, Tanrı’nın bakış açısından her şey kavramdır ve verili olan kavrama indirgenir, verili olan kavramla bir olur ve ikisi birbirinden ancak insanın sefil bakış açısından ayırt edilebilir. Yani verili olan ile kavram, yalnızca yaratığın bakış açısından iki eder. Oysa yaratıcının bakış açısından, yani sonsuzun bakış açısından, verili olan kavramda içselleşir.

17. yüzyıl yani klasik çağ felsefesi kendini sonsuzun bakış açısına göre oluşturmuş, bu bakış açısından düşünen bir felsefedir ve temel sözcesi Descartes’ın sözcesidir. Sonsuz, sonluya göre önceliklidir. Merleau-Ponty, 17. yüzyıl felsefesini tanımlamaya çalışırken şöyle demiştir: Klasik çağın felsefesi sonsuzu düşünmenin masum bir tarzıdır, sonsuzu cesurca düşünür. Sonlu kendi yeterliliğine sahip değildir. Sonlu karşısında sonsuza ayrıcalık tanıyan, sonluya nazaran sonsuza öncelikli kılan bir felsefi düşünce, verili olanla kavram arasında herhangi bir heterojenliği kavramayı dışlar. Çok basit bir sebeple: Sonsuzun bakış açısından ve sonsuzun anlama yetisinde, verili olan kavrama tümüyle içkindir.

17. yüzyıl filozoflarının hep ileri sürdüğü Tanrı’nın anlama yetisi, bizim anlama yetimizin ancak bir parçasından veya imajından ibaret olduğu bu tanrısal anlama yetisi -Spinoza, bizim anlama yetimizin tanrısal anlama yetisinin bir parçası olduğunu söyler; Leibniz veya Descartes ise, başka bir yoldan, insanın sonlu anlama yetisinin tanrısal anlama yetisinin bir imajı olduğunu söyler, tanrısal anlama yetisi sonsuzken bizimki sonludur- işte bu birincil tanrısal ya da Tanrı’nın anlama yetisi, sonluya göre birincil olan sonsuz, verili olanın kavramla homojenliğinin güvencesini oluşturur, yani sonsuzun bakış açısından, verili olan kavrama indirgenir. Kavramın sonsuz bir belirlenimi söz konusudur ve biz sırf sonlu olduğumuz için verili olanın tutarlılığına inanırız. Biz yaratıkların bakış açısından bu böyle açıklanır, ama bizim bakış açımız sonluluğun bakış açısıdır. Ancak sonluluğun bakış açısından, verili olanın alımlayıcılığı ile kavramın kendiliğindenliği karşı karşıya getirebilirim. Oysa verili olan kendi içinde, yani Tanrıda, kavramla birleşir.

Çok kabaca özetlersek, sonluluğu ilke olarak kurucu unsur düzeyine yükselten Kant’tır. Klasik çağın kurucu sonsuzluk ve kurulan sonluluk şeklindeki klasik dağılımının karşısına, Kant kurucu bir sonluluğun bakış açısını çıkarır ve bu, felsefede muazzam bir devrimdir. Kurucu olan insandır, insan aklıdır, tanrısal anlama yetisi değil. Dahası, sonsuz bir güce sahip olacağı için kurucu değildir, aksine kendi sonluluğu içinde ve sonluluğunun biçimleri içinde kurucudur.

Sonluluğun kurucu olabileceği fikri şiddetli bir felsefi darbedir! Kant’tan itibaren temeli artık sonsuzun tarafında değil sonlunun tarafında aramaya başlarsınız. Oluşturucu olan sonluluğun biçimleridir, dolayısıyla sonluluk kurucudur. O andan itibaren, 17. yüzyılın göremediği ve söyleyemediği şeyi, Kant görmek ve söylemek zorunda kalmıştır. Kurucu olan insanın sonluluğuysa, verili olanla kavram birleşmez. Çünkü bunlar ancak verili bir şeyin olmadığı Tanrı’nın anlama yetisinin bakış açısından birleşiyorlardı. Oysa kurucu olan sonluluk olduğunda, sezgi ile kavram arasında açıklık, ayrılık indirgenemez olur ve asla aşılamaz.


Kaynak: Gilles Deleuze, Foucault Üzerine Dersler – Bilgi.


 

Yorum bırakın