Varsayımsız Kesinlik

Çoğu zaman şunu ya da bunu “bildiğimizi” şunun ya da bunun “doğru” ya da “yanlış” olduğunu pek üstünde durmadan ileri sürebilir, dahası bütün felsefemizi, bilim ya da dünya görüşümüzü de bu varsayımlara dayandırarak ilerleriz. Descartes, “Düşünüyorum, öyleyse varım” ifadesiyle bunu yapmaktan kaçınmış, en sağlam ilk düşünceyi keşfetmek ve sonraki düşünceleri de aynı kesinlikte ona bağlayarak kuşkudan arınmış bir felsefe yaratmak istemişti. Bu yüzden hiçbir varsayım içermeyen, dolayısıyla yanlış çıkma olasılığı da sıfır olan bir önerme ileri sürerek en temel ve en kesin yerden başladı.

Descartes, doğru bildiğimiz her şeyin basitçe birer illüzyon ya da yanılgı olabilme olasılığını hesaba katıyordu. Daha da ileri giderek, “beni bütün bu varsayımlarımla ilgili kandıran sonsuz kudrete sahip bir varlık bile olabilir” diye düşünüyor ve “eğer böyle bir varlık varsa bile kandırılmadığımdan emin olabileceğim en az bir önerme, varsayım içermeyen tek bir önerme bulabilmeliyim” diyordu. Descartes bu tasarısını şöyle gerçekleştirdi: “Her ne düşünürsem düşüneyim, bu düşüncenin doğru olup olmadığından kuşku duyabilirim.” Başka bir deyişle, “kuşkulanıyorum” diyen birine “hayır, yanılıyorsun, aslında sen kuşkulanmıyorsun” denilirse bir sonuç elde edilemez; çünkü kişi zaten basitçe ve toptan “kuşkulanıyorum” demektedir ve ona kuşkulanmıyor olabileceğini söylemek, mevcut durumda ortada kuşkulanmanın olduğundan başka bir şey göstermez. Böylece Descartes, “Kuşkulanıyorum” diyerek düşünmeye başladığında, bu ilk adımın hiçbir varsayım içermeyeceğini ve yanlışlanamaz olacağını fark etti.

İkinci adım ise şuydu: Kuşkulandığımı her seferinde zorunlu olarak düşünüyor olmalıyım. İnsan, aynı anda, hem kuşkulanıyor hem de hiçbir şey düşünmüyor olamaz (tersi elbette olanaklıdır; yani insan herhangi bir şey hakkında düşünürken hiç de kuşkulanmıyor olabilir). Bir başka deyişle, kuşkulanmak zorunlu olarak düşünmektir de. İşte Descartes, böylece, ikinci adımı da hiç varsayım içermeyecek bir kesinlikle atmış olduğunu düşündü. Geriye son bir adım kalmıştı: Öyleyse, kuşkulanmakta ya da düşünmekte olan bir şey olarak “varım”.

Yukarıda bahsedildiği üzere Descartes için felsefesinin başlayacağı “ilk yer” çok önemliydi ve kesinlikte varsayım içermemeliydi ancak Gilles Deleuze, varsayımlardan tümüyle bağımsızlaşmayı başarmış bir düşüncenin olamayacağını söylediğinde, bir anlamda Descartes ile anılan bu “varsayımsız kesinlik” tutkusunun da boşuna olduğunu ima ediyordu. Deleuze’e göre Descartes de varsayımlardan nasibini almıştı ve bu doğaldı. Ona göre asıl doğal olmayan, varsayımlardan mutlak bir kesinlikle kurtulabileceğini düşünmekti. Deleuze’ün sezdirmelerinden yararlanarak Descartes’in ilk önermesini bir kez daha düşünelim: “Kuşkulanıyorum“. Dikkat edilirse, Descartes kuşkulanmak denen şey her neyse, onu “ben” dediği bir varlığın gerçekleştirmekte olduğunu söylemektedir. Diğer bir deyişle, “kuşku var” değil de, “ben kuşkulanıyorum” demektedir. Bu durumda, -Deleuze’ün dikkat çektiği gibi- önce bu “ben” dediği şeyi, yani tam da varlığını kanıtlamak istediği şeyi daha en baştan varsaymış olmaktadır. Öyleyse, Descartes’in bu şöhretli sözünü söyle söylemeye hakkımız vardır: Varsaydığım bir şey var (ben), bu varsaydığım şey bir şey yapıyor (kuşkulanıyor), öyleyse yaptığını söylediğim şeyi yapan bir varsaydığım şey var!

Descartes bile varsayımların düşüncelerine nasıl sessizce sızıyor olduğunu fark edememişti.


Kaynak: Çetin Balanuye, Spinoza’nın Sevinci Nereden Geliyor?


 

 

Yorum bırakın