18. Yüzyılda Fransa

İngiltere ve Pays-Bas, kendi burjuva devrimlerini bir hayli zaman önce yapmışlardı. İngiltere’de, sonraki kuşakların great rebellion dedikleri 1641 yılının gürültüsü dinmişti. Zaten kanlı olmayan 1688 devrimi de, aristokrasi ile burjuvazi arasında bir uzlaşmaya vararak sona ermişti. Çift partililiğe dayanan bir parlamenter sistemde, iki parti, tories ile whigs sırayla iktidarı kullanıyorlardı. Bu barışçı rejim, Fransız burjuvazisi için uzak bir düştü gerçi,  ama büyüleyiciydi. Montesquieu, güçler ayrılığı hakkındaki düşüncelerini gerçekleştireceği tahminiyle, bu anayasa modelini ülkü olarak bellemiş, onu Fransa’da tanıtmaya çabalıyordu. O yüzdendir ki, yasama, yürütme ve yargı güçleri arasındaki (ayrılık), Fransa’da, liberal burjuvazinin siyasal ülküsü oldu uzun yıllar.

Pays-Bas’da, ulusal kurtuluş hareketi, İspanya’ ya karşı yürütülen bağımsızlık mücadelesiyle karışan burjuva devrimi de, kahramanlık dönemini aşmıştı. Hollanda, XVII. yüzyılın ortalarından başlayarak -Marx’ın deyimiyle- örnek bir kapitalist ülkedir; daha o zamandan kolonileri vardır ve bütün hüneriyle işci kitlelerıni sömürmektedir tezgâhlarında. Hollanda’nın protestan burjuvazisinin bu erken egemenlik dönemi, beraberinde kendisi için bireysel özgürlükleri de getirmektedir: görece de olsa, bir basın özgürlüğüyle vicdan özgürlüğü, bu nimetler arasındadır.

Fransız burjuvazisi için erişilmez şeylerdir bunlar.

Nitekim Descartes, hoşgörüsüz katoliklikten kaygılandığı içindir ki, felsefesini Fransa’da acıklayamaz ve XVII. yüzyılda bu ülkeye göçer. XVII. yüzyılla XVIII. yüzyıl arasında Pierre Bayle de oraya gelip yerleşir ve kuşkuculuğuyla katolikliğin temellerine oradan saldırır durur. XVIII. yüzyıl boyunca, köktenci burjuvazinin Bastille zindanından kaçan nice kuramcıları oraya gelip mekân tutarlar. Katolikliğe ya da Fransız siyasal rejimine karşı bir yergi eseri yayınlamak isteyen biri için, Hollanda’dan, Amsterdam kentinden daha güven verici bir yer yoktur.

İktisadi ve sosyal yapısıyla böylesine gelişmiş. siyasal yönüyle devri için böylesine ileri bir ülkenin yakınlığına karşın, mutlakiyet, Fransa’da bütün ağırlığıyla hüküm sürmektedir. Toplumdaki sınıfları temsile yarayan. bir Orta Çağ kurumu olarak Etats Généraux, 1614 yılından beri toplanmaz olmuştur. XIV. Louis’nin devlet benim formülü, XVIII. yüzyılın ortasına doğru hayli eskimiş de olsa, krallık rejiminin sloganı olmakta devam etmektedir.

Ne var ki, pek karmaşık ve alacalı bulacalı bir ekonomiye dayanmaktadır bu mutlakiyet. Feodal kökenli ilkeler ve gelenekler, tarımsal ekonominin içinde sıkı sıkıya kök salmıştır. Servaj, bütünüyle kaldırılmıştır gerçi; ama köylülük. vergi ve angaryaların boyunduruğu altında boğulmaktadır yine de. Toprak soyluları. egemen sınıf olarak devam etmektedir. Kilisenin elindeki topraklarını ise haddi hesabı yoktur.

Bu kalıntıların yanı sıra, kentlerde, kapitalist üretim ilişkileri palazlanmaya başlamıştır. Tezgahlar çoğalmakta; dış ticaret de içinde olmak üzere, ticaret gelişmekte; banka sermayesinin rolü artmaktadır. Tarımın da rolü vardır bu kapitalist gelişmede.

Böylece gelişen ve durmadan güçlenen burjuvazi, hep parasızlık çeken aristokrat yönetime, ödünç olarak önemli meblağlar vermektedir durmadan. Kamu borçlarının ve faizlerinin miktarı gitgide artmaktadır. Bununla beraber, burjuvazi, yalnız her türlü siyasal haklardan yoksun değil, aynı zamanda, vergi veren kitle olarak tiers etatya katılmaktadır.

XVIII. yüzyılın ikinci yarısında, mutlakiyetçi Fransa, bir sanayi devriminin de eşiğindedir. Kendisinden iktisadi ve siyasal bakımdan daha ilerde olan Hollanda ve İngiltere gibi. Fransa’da da, üretici güçlerin gelişmesi sanayi kapitalizmine götürmektedir onu; gebedir böyle bir düzene. Ancak, üretim rejimi. Özellikle onun hukuksal çerçevesi,  bu gelişmeyi frenlemektedir. Bunları dile getiren siyasal üstyapı. eskimiş yarı-feodal ilişkilerin simgesidir. Kısacası, 1789’da klasik burjuva devrimiyle çözümlenecek büyük uzlaşmazlık, gitgide derinleşmektedir.

Ne var ki, Diderot, yüzyılın ikinci yarısının eşiğinde, edebî başlangıçlarını yaptığında, bütün bunlar hayli uzaktadır henüz. Kat edilecek uzun bir yol vardır; bu yolda, burjuvazinin maddi ve aydın güçleri geliştirip çoğaltması gerekmektedir. Uzun zamandan beri olgunlaşan sınıfsal uzlaşmazlıklar, sadece birkaç küçük kavgaya yol açmaktadır o sıralarda. Sınıflar mücadelesi, bu mücadele kızıştığı ölçüde gerçek ideoloji savaşlarına dönüşen tartışmalar biçiminde göstermektedir kendini.

Yaşamın dış yüzüne bakıldığında, her şey pek yerinde ve pek düzenli gibi görünmektedir. Halk, birbirinden ayrı siyasal ve hukuksal üç zümreye ayrılmıştır: Soylular, ruhban ve tiers etat. Ancak, gerçeği olduğu gibi de yansıtmamaktadır bu ayrılış.

Soylular, her türlü vergiden bağışık bu egemen kast bile, bağdaşık bir bütün oluşturmaktan uzaktır: Büyük toprak soylularının yanı sıra. kılıç soyluları. kaftan soyluları vardır; kralın çevresinde dönüp dolaşan saray soyluları ile taşra soylularını da unutmamalı. Soylular, aralarında derin çelişmeler olsa da, çoğunluğu bakımından gerici ya da tutucudur.

Ruhban, vergiden bağışık bu ayrıcalıklı zümre de, daha az ayrışıklık içinde değildir. Ruhban takımının başında yer olanların da gerici ya da -en azından- tutucu olduklarını eklemeye gerek var mı? Kılıç ve haç, aynı çıkarlara hizmet etmekte, aynı amacı gütmektedir.

Bununla beraber, kentlerde, ruhban takımından garip bir tipe rastlanmaktadır: Burjuva salonlarına girip çıkan aydın papaz. Çok kez özgür düşünceli olan bu tip, kimi zaman, -aykırı görünecek biraz- tanrıya da inanmaz. Tiers etat’nın, onun özellikle burjuva kanatlarınca çekilen ruhbanın bu katmanı, aslında sayı bakımından büyük bir yekûn tutmaz. Onu, aydın ve ılımlı burjuvaziye katabiliriz. Ansiklopedici rahip Morellet ile Yvon böyledir; Rousseau’nun okuluna bağlı rahip Mably ile Morelly böyledir; rahip Galiani ve ötekiler de böyle. Siyaset düşünürü, iktisatçı ya da yazar olarak, az çok derin bir iz bırakmışlardır hepsi de.

Son olarak ruhbanın bir başka kanadı var: Kırsal kesimin papazlarıyla, köylülüğün papazları. Bunların yaşam biçimi bağlı oldukları yörelerinkine benzer. İçlerinden kimi, bilinçli olarak, baskıcı rolünü oynayıp, emekçiler arasındaki en ufak bir uyanışı katolik dogmalarla boğmaya çalışmaktadır; kimi de, çok küçük bir azınlık da oluştursalar, bir yandan görevlerini yaparken, bir yandan da köşelerinde, büyük bir sessizlik içinde, liberal ve tanrıyı yadsımaya kadar varan eserler yazmaktadır: Örneğin, o unutulmaz papaz Meslier böyledir.

Soylularla ruhbanın pek az bağdaşık olmasına karşılık, tiers etat, sınıf ilişkileri bakımından daha da karmaşık, daha da çeşitlidir. Tiers etat’da 20 milyona yakın köylü kitlesi; kentlerin küçük burjuvazisi, zanaatçılar, tacirler, tezgahların gitgide artan işçileri, patronları ve onların hizmetçileriyle orta burjuvazi, büyük burjuvazi yan yanadır.

Devrim öncesi Fransa’nın sosyal aykırılığı şurada ki, burjuvazi, her türlü onur ve haktan yoksun olarak, tiers etat’nın kadroları içine, otokratik yönetimin iradesiyle hapsedilmiştir. Ülkenin iktisadî, giderek siyasal gelişimi bu sınıfın güdümünde olduğu halde, iktidardaki sınıf, onu ayaktakımı olarak görmektedir hâlâ. Oysa sömürülen emekçilerin elleriyle ve gitgide yetkinleşen bir sanayi taktiğiyle, yeni bir üretim biçimi yaratacak olan bu burjuvazidir: Günbegün, saatbesaat, eski toplumun derinliklerinde, tekniğini ve kültürünü olgunlaştırmaktadır; yönetici sınıflara karşı savaşmak için hazırlanmakta ve bu savaşı, yalnız teknik ve ekonomik alanda değil, siyaset, felsefe ve sanat alanında da vermeye kendini yeterli görmektedir gitgide. Ancak, o sıralar, iktidarın uzağında olduğu için, resmi siyasal yaşamın kulislerinde sürdürülmektedir bu savaş. Devrimci dramın bu hazırlanışına, Diderot, yabancı ve soğukkanlı bir seyirci gibi katılmaz; tersine, dramı yaşayan bir oyuncu gibidir.

Bu dram kendi dramıdır çünkü.

Burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi gündemdedir. Ancak. söz konusu olan, öyle filan ya da falan bakanlığın burjuvazinin bir temsilcisine verilmesi gibi sıradan bir şey değildir. Söz konusu olan, iktidarın bütün bir sınıfça ve bütün sonuçlarıyla topyekün fethedilmesidir. XVIII. yüzyılın üçüncü çeyreği, Fransa’da burjuvazinin, olabildiğince yoğun ideoloiik bir çalışmayla, işte bu kesin eyleme hazırlandığı bir dönemdir.

Kapitalizm, tarihinin bu dönüm noktasında, Fransa’nın içine girebileceği tek yoldur. Daha önce olup bitenlere bakarak söylemek gerekirse, açıktır ki, ne soylular, ne de ruhban, temelde tutucu oldukları için, bu yola sokamazlardı Fransa’yı. Köylülük de yapamazdı bunu: tutarlı bir ideoloji yaratmakta, durumu bakımından yeteneksizdi çünkü. Siyasal sorunlar karşısında köktenci bir tutum içinde de olsa, küçük burjuvazi de üstlenemezdi bunu; çünkü, kapitalist gelişmeden kaçmanın ütopyacı düşünü görüyordu. Böylece, Fransa’ya geleceğinin yolunu gösteren tek öncü sınıf, büyük burjuvazidir o aşamada. Ancak, bu sınıf, bütün bir tiers etat adına da hareket etse, ona üstünlüğünü kabul ettirmenin aranışı içindedir. Özetle mutlakiyet, 1789’a değin başlıca düşmanı olsa, zorba yönetim ve bağnazlık dediği şeyi devirmek için bir blok oluştursa da, tiers etat’nın birliği, istedikleri ve programı söz konusu olduğunda sağlamlıktan uzaktır henüz. Böylece, Diderot ve çevresinin yeri ve oynadığı tarihsel rolü belirleyebilmek için, tiers etat’nın sosyal bileşimini ve bunları dile getiren ideolojik uzlaşmazlıkları iyice belirtmek gerekir.

Yukarıda söylediklerimizden de çıkarılacak: Tiers etat, bir sınıflar yığışımıydı; öyle olduğu için de tek ve bölünmez bir ideolojiyi yaratması olanaksızdı. İdeolojik üstünlüğü ele geçirmek için çeşitli gruplar arasında inatçı bir mücadele verilecekti doğallıkla; o sıralarda olan da bu. Hiç de doğru olmayarak tiers etat başlığı altında toplanmış çeşitli sosyal sınıfların sürükleyip götürdüğü düşünce hareketinin içinde dört grup görüyoruz: Voltaire ve Volterciler; Rousseau ve çömezleri; fizyokratlar; son olarak da materyalistler ve tanrıtanımazlar.

Bu dört gruba, bağnazlık ve zorba yönetim karşısındaki tutumlarının ne olduğu sorulduğunda, yanıtlarda oy birliği yoktu. XVIII. yüzyıl Fransa’sı içinse, kesin bir önemi vardı bu soruların. Kraldan yana, kilisenin tanrısına karşı: Voltaire’in tutumu kabaca böyle. Voltaire, zorba yönetime karşıydı ve krallık iktidarının sınırlandırılmasını istiyordu; ancak, siyasal düşünceleri, pek karışık ve bulanık bir liberalizmi aşmaz. Bağnazlığa da karşıdır; ama karşı çıktığı tanrı katoliklerin tanrısıdır, açıkçası, katolik kilisesine karşıdır. Ona fırlattığı oklar, Calas davasındaki rolü unutulmaz. Bir de şu haykırışı: Alçağı eziniz! Fazla olarak ortodoksluğa, judaizme, müslümanlığa, tarihsel bütün dinlere karşıdır, ama genel olarak tanrıya, hayır. Tanrı yoksa, yaratmak gerekir. Bu söz onundur. Öyle olduğu için de, 1770’te, Baron d’Holbach’ın yazdığı Tanrıtanımazlığın Kutsal Kitabı diye anılan Doğanın Sistemi yayınlandığında. Voltaire; Diderot ile d’Holbach’ın materyalist grubundan ayrılmak için adımlarını sıklaştıracaktır.

Böylece. din ve felsefe vadisinde, Voltaire ile Volterciler, mihrabın temellerini sarsmakla yetinirler yalnız. Siyasal alanda, mutlak iktidarın sınırlanması ülküleridir. Gerçekte. yüksek burjuvazinin ve soyluların liberal ve hayli ılımlı kanadını temsil ederler. Çağlarındaki gelişmeye de -hiç kuşkusuz- yararları, hem de büyük yararları dokunmuştur.

Rousseau, kesinlikle krala karşıdır; köktenci ve cumhuriyetçidir. Ama tanrı konusunda Voltaire’den de ılımlıdır. İki kez din değiştirmiştir. Kalvincilikten esinlenir. Başta din konusundaki uyuşmazlıktır ki, iki dostu, Diderot ile Rousseau’yu birbirinden ayıracaktır.

Küçük burjuvazinin bir kuramcısıdır o. Ne var ki, siyasal düşüncelerinde devrimci de olsa. küçük burjuvazi, iktisadi görüşlerinde gericidir: İktisadi ilişkilerin sanayi kapitalizmi yönünde geliştiği bir sırada, küçük burjuvazi, gönenç içinde, ama lüksü olmayan bir toplumun ülküsüne bağlanmıştır. Tutkuların ortadan kalkması için, eşitçi olmalıdır bu düşsel toplum: servetlerdeki eşitlik, üretimi ve tüketimi düzenleyecektir. Adil ortam, bu ütopyacı düşlerin  sloganıdır. Oysa. iktisadi gelişmeler, bunun tam zıddı bir yöndedir; gelecek, kapitalizmindir.

Fizyokratlar, tarihsel gerçeklik hakkında bir başka düşünce içindedirler. Aşağı yukarı hepsi, kapitalist düzenin kuruluşuna katkıda bulunmaktadırlar. Temel sorunlar karşısındaki tutumlarıyla -tarihin doğrultusunda çalıştıkları ölçüde- devrimci de olsalar, o yıllardaki düşünce hareketinin en sağında yer almaktadırlar. Zorba yönetime vurmamak koşuluyla krallığı, bağnazlığa varmamak koşuluyla da dini kabul etmektedirler. Ancak, tanrıtanımazlığı desteklemeyi düşünmedikleri gibi, kitlelere yayılmasının da karşısındadırlar.

Bu dört grubun sonuncusu. özellikle Diderot, d’Holbach ve Helvetius’tan oluşan materyalistlerdir. İktisadî konularda uzmanlıkları yoktur; felsefeyle. özellikle doğa felsefesiyle, ya da -Helvetius gibi- sosyal felsefeyle ilgilenmektedirler. Dinsel sorunlar üstüne düşünenler Diderot ile d’Holboch’tır. D’Hoiboch, seçkin bir kimyacıdır aynı zamanda; nitekim Ansiklopedi’de kimya maddesini o yazacaktır. Diderot, biyolojiye ilgi duymaktadır. Aslında o, dostlarının deyimiyle bir pantofildir, yani her şeye merak duyan, her şeye dikkat eden, bilim ve sanat üzerinde çalışan bir kişidir.

Materyalistler, iktisadî görüşleri bakımından fizyokratlara yakındırlar. Bütün öteki sorunlar hakkında ise, kendilerine has düşünceleri vardır. Ve bu düşünceler, burjuvazinin büyük bölümünün ortak kanılarını -en iyi biçimde- dile getirmektedir. Onların dile gelişinde, ilk akla gelen de, d’Holbach’ın Doğanın Sistemi adlı eseridir. Bu kitabın yazılışına, Diderot, kuşkusuz yabancı değildi.

Yukarıda belirttiğimiz iki soruna ise, materyalistler olumsuz yanıt vermektedirler. 1750’den beri, tanrının varlığını kayıtsız şartsız yadsımaktadırlar. D’Holbach’ın lakabı bile Tanrının kişisel düşmanıdır. Krallık sorunu daha karmaşıktır. Diderot, güçlerin ayrılması kuramının ateşli bir yandaşıdır: Yasama gücü, ulusa ve temsilcilerine, yani parlamenterlere aittir; seçmenler seçtiklerini. isterlerse azledebilirler; yalnız yürütme gücü kralın elindedir. Diderot, Montesquieu’nün İngilizler üstüne olan o yanlış hükümlerine katılmamaktadır; İngilizlerde kral, kendilerini korumaya çalıştıkları tek hırsızdır, der.

Kralın iyisi de kötüsü de birdir onun gözünde.

Aydınlıkları Yüzyılında, aydın despotların filozoflarla flört ettikleri bir yüzyılda böyle düşünür. Kralın gücünü böylece yürütme gücüyle sınırlı tutan Diderot, daha da uzağa gider; bir seçimle gelen krallıktan yana olduğunu açıklar. Aslında Fransız burjuvazisinin de ülküsü olan ülküsü, burjuva devletinin çerçevesini aşmadan, cumhuriyet benzeri, pek sınırlandırılmış bir monarşi anlayışına kadar yayılır.

Böylece, fizyokratlar mihrapla taca el değdirmez, Voltaire ve yandaşları taca dokunmadan mihrabı sarsar, Rousseau ve çömezleri mihrabı koruyarak tacı yıkmanın yollarını ararlarken, Diderot ve materyalistler, tacı da yıkmaktadırlar, mihrabı da.


Kaynak: Server Tanilli, Diderot.


 

Yorum bırakın